Eğitim

Almanya’da Türkçe Anadili Eğitimine Emek Veren Meline Pohlman

Almanya’daki ve Kuzey Ren Westfalya Eyaleti´ndeki Türkçe Anadil Eğitimi´ne büyük emeği geçenlerden biri de Meline Pohlman´dır.

Meline Pohlman, Dr. Johannes Meyer-Ingwersen ile birlikte Türkçe Anadil Derslerinin Müfredat Programı´nın (Vorläufiger Lehrplan für Türkisch in der Sekundarstufe1, Vorläufige Richlinien Türkisch) hazırlanmasında; bu programı uygulayacak Türkçe öğretmenlerinin yetiştirilmesinde; uygulamaların denetiminde; Türkçe Anadil Dersleri için öğretim metodu geliştirilmesinde on yıl çalıştı.

Soest kentindeki “Landesinstitut für Schule und Weiterbildung” kurumunda (Okul ve Eğitimi Geliştirme Enstitüsü), Türkiye´de eğitim görmüş Türkçe öğretmenlerinin, Alman Eğitim Sistemine uyumunu sağlamak; Türkçe Derslerinin içerik ve biçimini geliştirmek amacıyla, Eyalet Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen Meslekiçi Geliştirme Kursları´nın hazırlığında Dr. Meyer-Ingwersen ile birlikte büyük emek harcadı.

Bu kurslar, 1988´de başladı. İkişer yıllık dönemlerle altı yıl sürdü. Ortaokul ve liselerde çalışan 150 kadar Türkçe öğretmenine, Alman Eğitim Sisteminin temelleri, içeriği, işleyişi;  Anadil Derslerinin programı, öğretim metotları, ölçme ve değerlendirme yöntemleri tanıtılmaya çalışıldı. Meline bu kurslarda genel olarak yabancı dil, özel olarak da Türkçe Anadil Didaktiğini anlatıyordu. Çünkü, Anadil Dersleri, Türkiye´deki Türkçe derslerinden hem öğrencinin durumu, dil seviyesi, çevresi, beklentileri bakımından; hem de dersin içeriği ve biçimi bakımından çok farklıdır.

Bu nedenlerle Türkiye´de “Türk Millî Eğitimi´nin temel ilke ve amaçları doğrultusunda, Türkçe ya da Türk Dili ve Edebiyatı dersleri için yetiştirilmiş öğretmenler Almanya´da Anadil Dersi öğretmenliği yaparken didaktik ve metodik birçok zorluklarla, güçlüklerle karşılaşıyordu. Meline Pohlman, bu güçlüklerin aşılması yönünde dersler veriyordu.

Dr. Meyer-Ingwersen ise Türkçenin yapısı; Türkçenin Arapça, Farsça, Osmanlıca, Almanca ve diğer dillerle karşılatırılması; Müfredat Programı´nın, Alman Eğitim Sistemi´yle ilgili yasa, yönetmelik ve genelgelerin Türkçeleştirilmesinde söz sahibiydi.

 

Ben 1992-1994 yıllarında verilen üçüncü dönem Meslekiçi Geliştirme Kursuna katıldım. Bu kurs benim için çok yararlı oldu. Türkiye´de felsefe eğitimi görmüştüm. Beş yıl lise felsefe öğretmenliği yapmıştım.

Türkçe öğretmenliği, hele Almanya´da Türkçe Anadil öğretmenliği, Türkiye´deki felsefe öğretmenliğinden çok farklıydı. İki yıl süren bu kursta, Türkçe Anadil öğretmenliğini öğrendim.

Meline, Dr. Meyer-Ingwersen ve Roswita,  dikkatle, sabırla çalıştılar. Hiçbir zaman siyasi bir tartışma açmadılar. Farklı görüşleri, ders verme alışkanlıklarını saygıyla karşıladılar. Anadil Eğitiminin siyasi değil; bilimsel olması gerektiğini gösterdiler.

Meline´ye daha ilk gün kanım kaynamıştı. Zamanla dostluğumuz gelişti. İstanbullu bir Ermeni olduğunu dilinin ucuyla bir ara söyleyivermişti. Bir daha kendi kimliğinden hiç sözetmedi. Kültürel kimliğin, anadilin öneminden çok söz ettik. Ne Çin masalı bıraktık, ne Uygur masalı. Çeşitli dillerden öyküler, şiirler okuduk. Türkçe derslerine katılan öğrencilerin dinlerine, dillerine, inançlarına saygı göstermenin şart olduğu büyük bir önemle vurgulandı.

Ama öğretmenimize “Meline, sen de bir Ermenisin; ülkemizin kültürel mirasında önemli bir yeri olan senin de dilin, kültürün, masalın, şiirin, türkün, öykün vardır. Bize bir Ermeni masalı anlat, bir gün de bir Ermeni öyküsü işleyelim!” demedik. Bunu demek aklıma bile gelmemişti.

Kurs bitiminde, belgelerimizi aldıktan sonra, bir ara kendisine sordum:

“Meline, iki yıl boyunca bize her türlü masalı anlattın, bir Ermeni masalı anlatmadın. Bir Ermeni masalı yok mu?”

“150 Anadil öğretmeninden birisi sorsun; `Sen de bir Ermenisin, senin anadilin yok mu; senin masalın, türkün, şiirin yok mu?´ desin de anlatayım diye tam altı yıl bekledim. Siz sormayınca ben nasıl anlatabilirdim? Anlatsam kaldırabilir miydiniz? Anlatmadığım halde, Eyalet Kültür Bakanlığı´na `Bir Ermeni öğretmen Türkçe kurs öğretmeni olamaz!´ diye şikayet edilmişim.” dedi.

“Senin de Anadilin var mı?” diye sormayanlardan biri de bendim. Neden sormadığımı sordum kendime? Sormak niçin aklıma gelmemişti?

Meline ile dostluğumuz gelişti. Aramızda karşıklıklı saygı ve güven oluştu. Çok sonraları Meline´ye “Sen kimsin?” diye sordum. Cevabı “Seninle Güler Yüreğim” adlı bir roman oldu.

Meline´deki insan sevgisini, Türkçe sevgisini, İstanbul özlemini aylayabilmek için; Meline´yi Meline´nin kendisinden dinleyelim:

 

Annemin adı “Vartanuş”, “Tatlıgül” idi…

 

“Annem 1902´de Sivas´da doğmuş. Adı: “Vartanuş.” “Vart” Ermenicede “gül” demek. “Vartanuş” sıkça kullanılan bir isim. “Tatlıgül” anlamına geliyor. Annemin yaşamı adına benzememiş. Tatlıgüller yerine hep binbir türlü acılar, korkular, hüzünler açmış baharında, yazında.

Tam genç kızlığının başlangıcında 1915 felaketinin içinde buluvermiş kendisini. Ölümle burun buruna gelmiş tüm ailesiyle, tüm Ermenilerle birlikte. Ölümden nasıl kurtulmuşlar, “sevkiyet”e nasıl gönderilmemişler tam olarak bilmiyorum. Bana ayrıntılarıyla anlatmadı. Aklımda kalanlar biribirinden kopuk film kareleri gibi…

Ailenin dört kız, bir oğlan çocuğu varmış. Anneannem kızlarını bir an evvel başgöz edip sorumluluğunu azaltmak istemiş. Duygusallığa yer yok. Ölüm kalım günleri. Koşullar onu gerektirmiş. Annemi 14 yaşında evlendirmiş. Büyük teyzemi de dul kalmış bir adama veriyor. Bu adamın kimi kimsesi var mıydı, yok muydu, bilmiyorum. Sadece bu adamın değirmenci olduğu için öldürülmediğini; değirmencisiz kalmayalım diye “sevkiyet”e gönderilmediğini annemden duymuştum.

Anneannemin adı: Beğik. Büyükbabamın, yani annemin babasının adı: İnok. Bunlar günümüzde kullanılan Ermeni adları değil. Nereden geliyor, nasıl konmuş ben de bilmiyorum.

Anneannem, iki kızını evlendirdikten sonra, iki küçük kızını ve 5-6 yaşlarındaki oğlunu alarak, o yıllarda kimsesiz kalmış çocukları, kimsesiz kalmış ölüm artığı Ermenileri toplayan Miss Kraft adlı bir Amerikalı bayanın koruması altına sığınmış.

Kim bu Miss Kraft? Ne iş yapar, hangi yardım kuruluşundan? Misyoner mi, Kızılhaç´tan birisi mi? Hiç bilmiyorum. Ben de çok merak ediyorum.  Ama bugüne kadar en ufak bir ip ucu, en ufak bir bilgi edinemedim. Annemden duyduklarım:

Miss Kraft´ın katliam artığı yüzlerce çocuğu, genci, yaşlıyı ölümden kurtarmış olduğu. Anneannem ile üç çocuğunu açlıktan kurtardığı… Onları İstanbul´a gönderdiği… Birçoklarının da Selanik´e gitmelerini sağladığı… Çok merak ediyorum kim bu iyilik meleği? Kim? Bilmek istiyorum…

Daha önce söylemiştim. Babam Kangal´dan. “Deli Keşiş´in Torunu” diyorlardı babama. Demek ki bir keşişlik var işin içinde. Belki büyük baba köy keşişiydi… Baba tarafımın esas olarak ne işle uğraştığını iyi bilmiyorum. Baba tarafından soyadımız “Tarpinyan”, yani “Demirci”. Soyadı Kanunu´ndan sonra, babam Ermenice soyadının Türkçesini kullanmaya başlamış. Adı: “Ohan”dı. İncil´de geçen kutsal bir ad. Ohan, Ohannes, Yohannes hep aynı kaynaktan gelen dinsel kökenli adlardır.

Babam 1915 felaketinden nasıl kurtulmuş? Anlattıklarını hayal meyal hatırlıyorum. Babam erken öldü. Ben küçüktüm. Hatırımda kalan şu:

Köyde bir kırım oluyor. Ve babam ölülerin arasında saklanıyor! Ortalık biraz durulduktan sonra köydeki Alevî tanıdıklarına gidiyor.

Bu aile babamı yanlarına alıyor. Koruyor. Bakıp çekiyor. Büyütüyor. Babam Kangal´da evleniyor. Kim evlendiriyor, nasıl evleniyor? Bilmiyorum. Babamın ilk evliliğinden Sarkis Mıhitar adında bir oğlu ile Meline adında bir kızı oluyor. Fakat bu kızcağız menenjitten ölüyor. Ardından karısı da vefat ediyor. Babam böylece dul kalıyor.

Sarkis ağabeyim benden 15-16 yaş kadar büyüktü. İyi bir terziydi. Kanada´ya göçtü. Emekli oldu. Şimdi orada yaşıyor.

Babamın koruyucusu olan Türk ailesi, sonradan İstanbul´a göçüyor. Babamı da beraberlerinde İstanbul´a getiriyorlar. Bu ailenin Nuri adında bir de oğulları vardı. Babamdan yaşlıydı. Polis olmuştu. Ben bu Nuri´yi çocukluğumda tanıdım. Ailecek birbirimize gidip gelirdik.

Dedim ya annem 14 yaşında evlendirilmiş. Hemen bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş. Dört yıl sonra bir de kızı olmuş. Kızını dünyaya getirdiği gece kocasını alıp götürüyorlar. Fakat “sevkiyet”le, kıyımla falan ilgili olarak değil. Zaten kızının doğduğu günlerde “sevkiyet” fırtınası dinmişmiş. Götürüyorlar! Gidiş o gidiş! Ölüsü geliyor geriye! Annem böylece 18 yaşında dul kalıyor. Yetim kalan kızına “Hayganuş” adını veriyor.

“Hayganuş” “hayg” kökünden geliyor. Ermeniler kendilerine “Hay” derler. Ermeni olmayanlar ise Ermenileri “Armanie, Ermeni” olarak adlandırırlar. Demek ki, “Hayganuş” “Ermeni kız” anlamına geliyor. Sıkça kullanılan bir addır bu.

Hayganuş ablam kızıyla birlikte New York´da yaşıyordu… 78 yaşındayken, 2002 yılında New York´da vefat etti…  Bir gün bile baba yüzü görmeden geçip gitti ömrü!

Annemin ilk eşinin ölümünden sonra, aile artık Sivas´da yaşayamaz oluyor. Bir yolunu bulup İstanbul´a göçüyorlar… 1920´li yıllar… Zorluklarla dolu günler… Annem, iki çocuğu, kayınpeder, kaynana; beş kişi Tophane´nin üst yakasında; Galatasaray Lisesi´nin arkalarında Kumbaracı Yokuşu denilen dik sokakta bir göz ev tutuyorlar. Oralar o zamanlar Rum mahallesiymiş. Annemlerin kaldığı odanın alt katında Rumlar otururmuş.

Fırtınanın dalından koparıp savurduğu bu beş yaprak İstanbul´a düşmüş böylece. Başlıyorlar koskoca İstanbul´da, bir odacık dünyada hayatı yeniden kurmaya… Başlayış o başlayış! Sen buna hayat mücadelesi mi dersin; ölüm kalım savaşı mı dersin! Annemin halini gözünün önüne bir getir! 18 yaşında iki küçük çocuğuyla dul kalmış bir Ermeni kadını… Gelenek görenekler tam doğulu, katı, köylü cinsinden. Kayınbabanın yanında konuşmayacaksın! Büyüklerine saygı göstereceksin. Ev işlerini yapacaksın. Zorunlu olmadıkça bir odalık dünyadan dışarı çıkmayacaksın. Kimseyle, hele erkekle merkekle görüşmeyeceksin… Hiçbir özel hayatın olmayacak! Daha neler neler! Düşün düşünebildiğin kadar!

Bütün bu yaşantı annemin ruh dünyasını, alışkanlıklarını, davranış biçimlerini, düşüncelerini derinden etkilemişti.

Aklıma geldikçe gülerim… Annemin o tek kişilik dünyadan kalan bir dikiş kutusu vardı. İçinde iğnesi, ipliği, şuyu buyu… Bu dikiş kutusu annemin hazine kutusuydu sanki… Kimseye elletmezdi… Kimsenin dikiş kutusunu açmasına izin vermezdi. Sonraları, büyüdükten sonra annemin bu dikiş kutusunu çok düşündüm. Neden bu kadar hassastı? Hatta sordum birinde bunun nedenini.

Dikiş kutusu, tek kişilik dünyada geçen uzun yalnızlık yıllarında annemin tek özel eşyası, tek özel dünyası           olmuştu.

Tek odalı bir evde beş kişi yaşamaya başlıyorlar. Ellerinde avuçlarında hazır birikmiş paraları yok. Olsa bile sıcağa kar; hazıra dağ mı dayanır! Geçim zorlukları başlıyor. Anadolu´dan gelmişler. Bir yandan tutucu alışkanlıklar. Genç dul bir kadın. Kayın babası başına bir iş gelmesinden korkuyor ilk zamanlar.  Ama geçim derdi, ağır basıyor.

Annem evlerinin yakınında, Tophane´deki Reji´de, tütün fabrikasında çalışmaya başlıyor. Her gün işe yayan gidip geliyor. Bir yandan çocuklar büyüyor. Öte yandan yavaş yavaş İstanbul´a alışıyorlar. Anadolu´nun dört bir yanından kopup gelmiş ölüm artığı Ermenilerle, İstanbul´un yerlisi Ermenilerle, Rumlarla, Türklerle tanışıyorlar. Büyük felaketin izlerini atmaya, acılarını unutmaya, yaralarını sarmaya başlıyorlar.

İnsan bu… Nerde bir avuç toprak bulsa yeşerir, kök salar… Ölenle ölünmez! Ağabeyim büyüyor. Okula başlıyor. Terzi çırağı oluyor. Mahallesindeki Rum kızlarına sevdalanıyor.

Annem tek odalı dünyasından yavaş yavaş çıkmaya başlayınca; evlerinin yakınında, Galatasaray Lisesi´nin arkasında Acı Çeşme Sokağı´nda kalan,  Nazilerin soykırımından kaçıp gelmiş bir Alman ailenin temizlikçiliğini yapıyor.

Bu sırada Kangal´dan göçüp gelen babam Şişli´de, tam şimdiki Atatürk Müzesi´nin bir sokak ötesindeki Küçükbahçe Sokağı´ndaki büyük bir apartmanda kapıcılık işi bulmuş. Sokmuş başını… Ama yalnızlık Allaha mahsus demişler… Yeni bir yuva kurmak boynunun borcu olmuş.

Annem Vartanuş ile babam Ohan´ı tanıyan bir Ermeni kadın araya giriyor; tanıştırıyor.

Annem 12 yıldan beri dul. Babam da öyle… İkisi de büyük bir fırtınanın köklerinden koparıp, İstanbul´a savurduğu birer Anadolu çocuğu. İkisi de acılarla pişmiş, hayatın çarkından geçmiş birer Ermeni… Evlenmek gerek! Senin karın ölmüş, benim de kocam… Evleniyorlar.

Evliliğin üstünden birkaç yıl geçiyor geçmiyor. Annem hamile kalıyor. Ama istemiyor çocuğunu dünyaya getirmeyi. Annemin iki, babamın bir çocuğu var zaten evlendiklerinde. Geçim alabildiğine zor. Dördüncü bir çocuk, aileye yeni zorluklar getirecek.

Annem; “Sakın ha sakın, çocuk istemem!” diyerek çocuğunu aldırmak istiyor. Tam bugünlerde kayınbabası vefat ediyor. Cenaze törenine gittiği zaman, kaynanasına haberi fısıldıyor. “Ama  mutlaka aldıracağım!”

Aldırırsın, aldırmazsın! Kaynanası çekiyor kenara verip veriştiriyor:

“Kız kırarım kemiklerini! Kesinlikle aldırmayacaksın! Zaten kökümüze kibrit suyu dökmüşler. Zaten bir avuç kalmışız. Ben üreyelim, soyumuz sopumuz sürsün; yangınların dağladığı dalımız budağımız yeşersin diyorum. Doğurabilsem, ben doğuracağım… Hem bir değil, elimden gelse on tanesini sıralayacağım. Kız sen doğur ben bakayım! Kız dediklerimi iyi dinle! Karnındaki çocuğun katili olma! Yeni evlendiniz, bu çocuk sofranıza bereket, evinize muhabbet getirir! Kız kırarım kemiklerini, ona göre!”

“Kaynanam mı haklı, ben mi haklıyım? Aldırsam mı aldırmasam mı?” düşünceleriyle geceler uykusuz geçiyor, gündüzler karanlık!  Çocuk anasının kararsızlığını mı bekliyecek? Çocuk “ana ben doğayım mı, doğmayayım mı?” diyecek. Kaçak göçek derken, zaman su gibi akıp geçiveriyor. 1938 yılının bir sabahı, güneşle birlikte ben doğuveriyorum…

Kız olduğuma en çok babam seviniyor… “Adını ben koyacağım!” diyor. “Hayırlı uğurlu olsun! Ölen kızım Meline´ye çok üzülmüştüm. Allah kalbime göre verdi. Meline´nin yerine, nur topu gibi bir kızımız oldu. Adı “Meline” olsun!”

Böylece adım “Meline” kalıyor.

“Meline”nin anlamını sonraları, epeyce araştırdım. Rumcada “Melina” var. Ermenicede “Meline” Anadolu medeniyetleriyle, eski Ermeni mitolojisiyle ilgisi var. Bazı kaynaklara göre, “Melitine” eski Malatya´nın adı. Mitolojide ise “Meline” bolluk ve bereket tanrıçası.

Güneşle birlikte doğmuşum… Bereket tanrıçasının adını almışım. Bir elimde güneş, bir elimde bereket; başlamışım İstanbul´un göbeğinde, güneş girmeyen bir kapıcı dairesinde yaşamaya…

 

Kapıcı kızı Meline

 

Gözümü kapıcı dairesinde, kapıcı kızı olarak açtım. Babam yakınlardaki bir bakkal dükkanında işçi olarak çalışıyordu. Babamı ancak akşamdan akşama görebiliyorduk. Apartmanın işlerini annem ve bizler yürütüyorduk.

Ben dört kardeşin en küçüğü, ikinci evliliğin tek çocuğu ve koskoca apartmanın tek bebeği, maskotu gibiydim. Her daireye girip çıkardım. Her daire ayrı bir dünya idi. Çocuk aklımla her dünyadan  bir  şeyler kapıyorum. Her daireden birşeyler öğreniyorum. Bana bayramlarda, seyranlarda hediyeler alınıyor; el bebek, gül bebek büyümekteyim.

Kimse bizi kapıcı ailesi diye küçümsemiyor, hor görmüyordu. Kendimi onlardan biri gibi rahat hissediyordum.

Apartmanımızda 7 kat vardı. Her katta bir aile duruyordu. Biz kendi aramızda aileleri durdukları kat numarasına göre adlandırmıştık:

Tam bizim üstümüzde Melike Ablalar duruyordu. Adana´da çiftlikleri vardı. Zengin bir Türk ailesiydi. Bunlara, 1 Numaralar derdik. Melike Abla, can parçası bir insandı.

2 Numaralar, Selanikli bir Yahudi ailesiydi. Bunlara “dönmeler” derlerdi. Pek sevilmezlerdi.

3 Numarada Paşa Karısı “Haminneciğim” kalıyordu. Ben en çok Haminneciğim´in yanında kalırdım. Bir beslengi kızcağız vardı. Evin hizmetçisi gibiydi. Haminneciğim elini sıcak sudan soğuk suya değdirmez, sabahtan akşama kadar pencere önündeki özel koltuğunda otuturur, her şey ayağına gelirdi. Ben Haminneciğim´i güldürür, oyalar, hoş vakit geçirtirdim.

4 Numaralar, gerçek bir Musevi ailesiydi. Büyük bir toptancı mağazaları vardı. Bana iyi davranırlardı. Erkek ikizleri vardı. Onlarla oynardım.

5 Numarada Ebru Teyzeler otururdu. Kendisi Ermeniymiş. Kocası Türkmüş. Bir hastalıktan ölmüş. Nigar Abla Ebru teyzenin kızıydı. Ermeni Türk karışımıydı. Sonraki yıllarda ben ilkokula gittiğim yıllarda bir Türk kaptanla evlenmişti.

6 Numaralar, Kayserili zengin bir Ermeni ailesiydi. Tünelde kürkçü dükkanları vardı. Kızları Rona Abla Paris´te Sorbonne Üniversitesi´nde okumuştu. Dünya güzeli, her şeyi bilen, her şeyden haberi olan, sevimli, yufka yürekli bir ablaydı. İleride anlatacağım, bana çok yardımı oldu.

  1. katta Nişastacıyan ailesinin mirasçıları kalırdı. Bizimle ve apartman sakinleriyle pek ilişkileri yoktu.

Gördüğün gibi apartmanımızda Türk, Ermeni, Yahudi aileler kavgasız dövüşsüz, karşılıklı saygı ve sevgi içinde yaşıyorlardı. Apartmanımızda huzur vardı. Bu ailelerin hepsi çok köklü, görmüş geçirmiş insanlardı. Ve ben İstanbul´un en köklü, en zengin, en kültürlü ailelerinin çocuğuymuşum gibi yaşıyor, mutlu bir çocukluk denizinde büyüyordum.

Apartmanın en fakir ve en kalabalık ailesiydik. Kendimi bildim bileli annemle babam geçinemiyorlardı. Dayak hiç yoktu. Annemin yaptığını babam beğenmez; babamın davranışlarını annem kaldıramazdı. Ama akşamdan kavga olsa bile sabahla birlikte herşey unutulurdu.

Genç kızlık dönemlerimde, ileriki yaşlarımda annemle babam arasındaki geçimsizliğin nedenlerini anlamaya çalıştım. Aslında hem annemin, hem de babamın dünyasında kapanmayan bir yaranın acıları vardı. Ne annemin, ne de babamın yürekten güldüklerini, tepeden tırnağa mutlu olduklarını görmedim.

Ben mutlu gülüşleri, mutluluktan çiçek açan yürekleri Nigar Ablalarda, Rona Ablalarda, Adanalı Melike Ablalarda falan görüyordum.

Babam hiç konuşmazdı. Sessizdi. Ölülerin arasından kurtulmuş, bir Alevî ailenin yanında kimsesiz büyümüştü. Akrabamız, yakınımız yoktu. Sonradan babamı daha iyi anlamaya başladım.

Apartmanımız Küçükbahçe Sokağı´ndaydı. Numarası 9, adı “Abrak Apartman” idi.

Küçükbahçe sokağının aşağılarında dutluklar, ıhlamurluklar, bostanlar vardı. Ihlamurlar, dutlar arasından yürünerek Yıldız´a gidilirdi. Şişli Camisi´nin yukarılarında şehir bitiyordu. Karagözyan Yetimhanesi şehir dışında kalıyordu. Şişli´nin yukarıları yemyeşil dutluklarla kaplıydı. Yazın sık sık oralara giderdik. Her aile bir dut ağacı kiralardı. Ya da bellenirdi. Herkes kendi ağacının dudunu yer, kendi ağacının dibinde baharlanırdı.

İstanbul bir başka İstanbul´du o zamanlar… İstanbul şimdiki gibi köyleşmemişti.

İstanbul´un insanı da, havası da, suyu da bir başkaydı…

Melike Ablalarda o zamanların Türkçe tangolarını, moda şarkılarını, ünlü sanatçılarını Yaşar İnceleri, Münir Nurettin Selçukları öğreniyordum.

Nigar Ablalar klasik Türk müziğini söylerlerdi. Bana da öğretirlerdi. Çabuk kapardım. “Meline gel de bize bir şarkı söyle!” derlerdi. Koşa koşa giderdim. Güzel de söylerdim.

Sorbonne´lu Rona Abla bana o çocuk yaşımda, daha ilkokula bile başlamadan önce Fransızca öğretirdi. Ne zaman yanlarına varsam birkaç cümle sorar, bilince beni sevindirirdi…

Kiminden şarkı, kiminden görgü, kiminden sofra düzenini öğreniyordum…

Ama annem benimle gelmişi geçmişi hiç konuşmazdı. Aile içinde Ermenice konuşulurdu. Annemle babam Ermenice konuşur, Ermenice tartışırlardı. Türkçe de konuşulurdu.

Fakat annem bana sıkı sıkı tembih ederdi. “Aman ha, dışarda Ermenice konuşmayın! Aman ha dikkatli olun! Aman ha girip çıktığınız ailelerde   dikkatli olun!” Çocuk aklımla bu korkunun, bu çekingenliğin nedenlerini anlamazdım.

 

“Körtavuk olmasın bu kız!”

 

Babam tipik bir kırsal alan insanıydı. Yaşama karşı kuşkulu bakışı, kendini koruma, yarınını düşünme gibi Anadolu köylüsünün alışkanlıkları hiç değişmemişti.

Yaşım yedi oldu. Yaşıtlarım ilkokula başladı. Annem kızı ilkokula yazdıralım diyor. Ben de okula gitmek istiyorum. Fakat babam anneme karşı çıkıyordu:

“Erken başlamasın! Körtavuk olmasın! Kızı okula erken başlatıp ezdirme! Bir yıl geç başlasın!”

Bu konuda babamın dediği oldu. “Körtavuk” olmamak için ben ilkokula bir yıl geç başladım.

Çok iyi hatırlıyorum o günü! Annemle birlikte Feriköy´deki Ermeni İlkokulu´na gittik. Nasıl seviniyorum, nasıl seviniyorum! Ayaklarım yere basmıyor sanki.

İstanbul´da din olarak Katolikler, Protestanlar var. Ermeni, Rum kiliseleri var. Bir de Ermeni Katolikler var. Yani Vatikan ile bağlantılı olanlar… Bunlar küçük bir grup aslında. Küçük müçük ama Katolik Ermenilerin varlığını herkes kabul ediyor. Lozan Antlaşması´na göre güvence altına alınmış olan kendi okullarını açma hakları da var. Son yıllarda dışarıya göçlerin artmasıyla öğrenci sayıları azaldı. Ama varlıklarını sürdürüyorlar. Aslında bu Katolik İlkokulu rahibelerin okuluymuş.Yani sadece kız öğrenciler gidebiliyordu. Rahibeler okulu idare ediyor, okulu temizliyor, eğitim ve öğretime yardımcı oluyorlardı.

İkinci sınıfa orada başladım. Bu okul, Feriköy Ermeni İlkokulu ile karşılaştırılamayacak kadar bakımlıydı. Tertemizdi. Tam bana göreydi. Severek gittim bu okula. Paralı bir okuldu. Kapıcı olduğumuz için bize özel bir indirim yaptılar.

İlkokulu başarıyla bitirdim. İçim okuma arzusuyla yanıp tutuşuyor.  Bizim ailede ilkokul 3. sınıftan yukarı okumuş kimse yoktu. Sadece ben 5. sınıftan diploma almıştım. İlkokul diploması almak profesör olmak gibi bir şey bizim aramızda. Babam kestirip attı:

“Yeter artık okuduğun! Şimdi sen  terzilik öğreneceksin!”

Annem de babamı destekledi.

“Daha fazla okuyup da ne yapacaksın? Bir an önce terzilik öğren! Ekmeğini kazan!”

Hayır ben terzi olmak istemiyorum! Terzi olmayacağım! Ben okuyacağım! Hem de en yükseğine kadar!

Okullar açıldı. Ben evdeyim… Apartmandakiler soruyor:

“Meline ne oldu? Okula gitmiyor musun?”

Verecek cevap bulamıyorum. Akan sularım durdu. Açan çiçeklerim soldu. Elim ayağım tutmuyor… Ne yediğimin tadı var, ne de içtiğimin!

Aylardan eylül. Mevsim sonbahar. Ama havalar henüz soğumadı. Yazdan kalma günleri yaşıyor İstanbul.

Ben sabahtan akşama kadar apartman bahçesine oturuyorum. Eve girmiyorum. Sık sık girip çıktığım dairelere de uğramıyorum.

Dut ağacının altındaki masanın başına oturuyorum. Saatlerce düşünüyorum. Kendi kendimle konuşuyorum. Aklıma açlığım susuzluğum bile gelmiyor.

“Ben okumalıyım. Hem de en yükseğine kadar okumalıyım. Rona Abla gibi Parislere, Avrupalara gitmeliyim! Okumadan başka hiçbir uğraş kurtaramaz beni!”

Anneme, babama “okutun beni” demenin artık anlamı yok!  Babamın huyunu biliyorum. İnatçıdır. Üstüne varsan hiç konuşmaz ya da patlar…

“Ben okumalıyım!”

Ama nasıl?

Bir gün aklıma açlık grevi yapmak geldi. Hiç mi yemiyordum; yoksa gizliden gizliden yiyor muydum? Bilmiyorum. Ama illa okula gideceğim diye, yemeden içmeden kendimi kestiğimi iyi biliyorum…

Düşünüyorum. Çocuk dünyam kararıyor… Kendimi yapayalnız çaresiz hissediyorum… Derken bir gün bir garip oldum. Bir ağlamak geldi içimden! Ağlıyorum… Ama nasıl! İçim dışıma çıkıyor… Ağlama sesimi apartmandakiler duymuş. Duyanlar duymayanlara fısıldamış…

“Meline bahçede ağlıyor!”

“Meline aştan ekmekten kesilmiş!”

“Melinecik, bir damlacık kalmış!”

“Melinecik okul için ağlıyormuş!”

Apartman çalkalandı. Haminneciğim bile duymuş ağladığımı. Merdivenlere tutuna tutuna inip geldi aşağıya. Anneme kızdı:

“Kız orospu! Sen benim kızımı niye okutmuyorsun? Kırarım kemiklerini! Zaman eski zaman değil! Okutacaksın kızını!”

Haminneciğimden sonra isyan bayrağını Sorbonne´lu Rona Abla çekti.

Ben bahçede ağlıyordum. Annemin yanına gelmiş.

“Melineciği siz okutmuyorsanız, okutmaya gücünüz yoksa biz okutacağız. Yeter artık  çocukcağızın çektiği. Ağlaya ağlaya gözü gözlükten çıktı. Yemeye yemeye çöp gibi kaldı çocukcağız!”

Sonra yanıma geldi.

“Bu böyle olmaz! Ben bugün götürüp okula yazdıracağım!”

Annemin söyeleyecek sözü kalmamıştı.

Rona abla:

“Haydi Meline! Haydi yavrucuğum! Giyin. Ben götürüp yazdıracağım seni!”

Tuttu elimden, bindirdi tramvaya, götürdü beni Taksim´deki Eseyan Ermeni Kız Lisesi´ne… Müdiresini tanıyormuş. Vardık yanına. Anlattı durumumu.

“Bu çocuk iki haftadır okul okul diye ağlıyor. Babası kapıcıdır. Ne yap yap, lütfen kaydet! Bir hayat kurtaralım birlikte!”

Eseyan paralı bir okuldu. Ama Müdire Hanım bir yolunu buldu. Beni hemen kaydetti.

“Haydi kızım! Hayırlı olsun! Hemen şimdi okula başlayacaksın!”

Tuttu elimden. Formasız mormasız götürdü dersin ortasında beni öğretmene teslim etti.

Ders bitiminde Rona abla beni eve götürdü. Hemen o gün okul formam, lacivert etek, beyaz bluz, siyah çorap ve saçlarımı içine koymak için saç filesi alındı. Böylece, okullar açıldıktan iki hafta sonra, bileğimin gücüyle Eseyan´da ortaokula başladım.

Çocuk dünyamın tüm kararlılığıyla arzuladığım okula kavuştum.

Sınıfa ilk girdiğim andaki halimi anımsamıyorum. Çok sevinçli, çok heyecanlıydım.

 

Eseyan Kız Lisesi, Taksim´de, Meşelik Sokak´daydı. Karşısında Özel Zapyon Rum Kız Lisesi vardı. Şişli´den tramvayla geliyor, Taksim´de iniyor, İstiklal Caddesi yönünden yürüyerek okula giriyordum. Meşelik Sokağın bir ucu Sıraselviler Caddesi’ne, diğer ucu İstiklal Caddesi’ne açılır.

Kaç kez adımladım bu dar, kısacık sokağı. İstiklal Caddesi´nden 149 adım; Sıraselviler´den 120 adımdı Eseyan´ın kapısı. Bu kapı bana hayat verdi. Bu kapı beni insan etti.

Eseyan köklü, öğretmenleri nitelikli bir okuldu. Öğlenleri yemek veriliyordu. Küçücük bahçesinde sevimli bir kilisemiz vardı. Yaşamımın en içten dualarını bu kilisede yaptım.

Ben 8. sınıfın ortalarındayken, babam hastalandı ve vefat etti.

Babamın vefatından sonra derslere daha çok sarıldım. Tüm notlarımın “pekiyi” olmasını istiyordum. “Orta” aldığımda üzülürdüm.

Okul idaresi babamın vefatından sonra bizden aldığı okul parasını da istemedi.

Eseyan´daki öğretmenler severek öğretmenlik yaparlardı. Her biri kendi dalının uzmanıydı.

Hiç unutamadığım öğretmenlerimden birisi Türkçe öğretmenimiz Perihan Hanım´dı. Türk Edebiyatı ve Kompozisyon derslerimize giriyordu. Yaşamımda onun kadar güzel ders veren öğretmen bir daha görmedim. Türkçe öğretmenliğim sırasında onun gibi ders yapmaya çalıştım.

Matematik öğretmenimiz; felsefe, sosyoloji öğretmenimiz; Ermenice öğretmenimiz birbirinden değerli kişilerdi.

Ermeni okullarında Fransızca eğitimi ilkokul 3. sınıfta başlar. Eseyan´da Ermenice, Türkçe, İngilizce, Fransızca dillerini öğrendik.

Ermeni dil ve edebiyatı yanında tüm fen dersleri,  fizik, kimya, matematik, astronomi Ermenice olarak veriliyordu. Çok kaliteli Ermeni öğretmenlerimiz vardı.

Öğretmenlerimiz içinde beni en çok etkileyenlerden biri de okul müdiremiz Bayan Kalustyan idi. Aynı zamanda Galatasaray Lisesi´nde ders veriyordu. Bizim matematik, geometri, astronomi derslerimize giriyordu.

Derslerin yanında kültürel etkinlikler de çoktu. Tüm kültürel etkinliklere canla başla katılıyordum. Tiyatrolarda, operetlerde rol aldım. Şiir okuma yarışmalarına katıldım.

Dersler saat 16.00´da biterdi. Kültürel çalışmalar dersten sonra başlar, saat 18.00´e kadar devam ederdi.

Üç operette rol aldım. Son yaptığımız operet Lehar´ın “Çingene Aşkı” idi. Bir de Ermenice “Anuş” adında bir opera vardı. Konusu bir aşk faciasıydı. 11. sınıftayken “Anuş” operasında rol aldım. Sesim çok iyiydi. Müzik öğretmenimiz “İlla konservatuvara git!” diyordu.  Fakat ben şarkıcı olmak istemedim. Şarkıcı olmak, sahneye çıkmak hoşuma gitmedi.

Eseyan beni şen şakrak yaptı. Anadan babadan hep susmayı öğrenmiştik. Lise yıllarım benim gözümü açtı. Hamurumu yoğurdu. Kişiliğimi pişirdi.

Eseyan Kız Lisesi´ni 1957 yılında bitirdim.

 

Sonrası?

 

Sonrasını ben anlatayım:

 

Meline İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi´ni birincilikle bitirdi. Hocası Prof. Cahit Tanyol, kendi kürsüsünde asistan kalmasını önerdi. Meline bu öneriyi kabul etti. Dilekçesini verdi. Beklemeye başladı. Bir hafta, bir ay, bir yıl, iki yıl… Dayanamayıp hocasına gidip sordu:

“Hocam, hayatıma bir yön vereceğim. Dilekçemin cevabını daha ne zamana kadar bekleyeceğim?”

“Kızım Meline! Üzgünüm, ama gerçeği söylemeliyim: Ermeni olduğun için  Senato senin asistanlık başvurunu kabul  etmedi!”

Dünya başına yıkıldı bu sözleri duyunca! Özbeöz İstanbullu, özbeöz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde, “Ermeni olduğu için, Senato asistanlık başvurusunu kabul  etmemişti!”

Bunun acısını Almanya´da Türk olduğu için işe alınmayan, yabancı olduğu için hakları kısıtlanan Türkler, yabancılar iyi bilir.

Almanya Türkler için yabancı bir ülke. Meline için ise Türkiye kendi özbeöz yurduydu. Kendi yurdunda, kendi ülkesinde “yabancı” yerine konmak çok ağırına gitti.

Aynı yıllarda, Eski ve Yeni Ermenice Dilleri uzmanı olan kocası Keğam İşkol´un, solcu olduğu için, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından, Üsküdar Tıbrevank Ermeni Ruhban Okulu Müdürlüğü´ne atanması da engellenmişti.

Meline ile Keğam, kendi ülkelerinde uğradıkları haksızlıklara dayanamayıp, 1968 yılında Almanya´ya geldiler.

Keğam İşkol, Bochum Üniversitesi´nde bilimsel araştırmalarına devam etti. “Ermeni Mitolojisi Sözlüğü” adlı eşsiz eserini sekiz yılda bitirdi.

Meline, İngilizce, Fransızca, Ermenice, Türkçe biliyordu. Çok kısa zamanda Almancayı da öğrendi. Bochum´daki bir lisede İngilizce öğretmeni oldu.

Keğam İşkol´un amansız hastalıktan erkenden vefatından sonra Düsseldorf´a tayin oldu. İngilizce ve Türkçe Anadil öğretmenliğine başladı.

Meline ile Dr. Meyer-Ingwersen, Düsseldorf´taki öğretmenlik yıllarında tanıştılar. Dr. Meyer-Ingwersen´in önerisi ile Türkçe Anadil Dersleri için birlikte çalışmaya başladılar. Bu ortak çalışma on yıl sürdü. Bu sürenin altı yılında  Kuzey Ren Westfalya Kültür Bakanlığı´na bağlı Türkçe Anadil öğretmenlerine Dortmund ve Düsseldorf´ta Meslekiçi Geliştirme Kursu öğretmenliği yaptılar. Türkçe Derslerinin normal ders saatleri içinde, öğleden önceleri verilmesi için uğraştılar.

Meline ile Dr. Johannes Meyer-Ingwersen´in Türkçe Anadil Eğitimine en büyük  katkılarından biri ise, Almanya ve yurtdışında ilk kez, Türkçe öğretmeni yetiştirmek için Essen Üniversitesi´nde Türkçe Öğretmenliği Bölümü´nün açılmasını sağlamalarıdır.

Ancak böyle mücadelelerle, Üniversitede okutulan bir bölüm haline gelmesiyle Türkçe, saygın bir dil, bir kültür dili haline gelebildi. Gelişme yoluna girdi.

Meline, İstanbul´un çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ortamında; Babil Kulesi´ne benzeyen, yedi katlı apartmandaki çok dilli, çok kültürlü hoşgörü havasında büyümüştü.

En çok sevdiği öğretmen; Eseyan Ermeni Kız  Lisesi´ndeki Türkçe öğretmeni Perihan Hanım´dı. Meslek yaşamında hep onun gibi hoşgörülü, insaniyetli olmaya çalıştı.

Hiçbir zaman kin duymadı. Her zaman insanı, insanlığı sevdi. İnsanı insanlaştıranın, sevgiye, saygıya, özgürlüğe, bilime  dayanan bir eğitim olduğunu; böyle bir eğitimin de ancak dil ile, anadili ile kökleşip gelişebileceğini düşünüyordu.

Meline, azınlık olarak yaşamanın zorluklarını, anadilinin baskı altına alınmasının; unutturulmasının acısını yaşaya yaşaya çok iyi öğrenmişti.

Almanya´da bir azınlık olarak yaşayan Türklerin, Türk çocuklarının anadillerini  serbestçe öğrenebilmelerini, kültürlerini özgürce geliştirebilmelerini İstanbullu bir Ermeni olarak yürekten destekledi.

 

Sevgili Meline, değerli öğretmenimiz yetiştirdiğin öğretmenler ve öğrenciler seni hep saygıyla anacaklardır.

Türkçe Anadil Eğitimine yaptığın büyük katkılar, verdiğin emekler için sana teşekkürler az gelir.

Tebeşir tutan ellerin; insan sevgisiyle çiçeklenen yüreğin dert görmesin!

Ömrün su gibi uzun olsun!

( Not: Bu yazı  2003 yılında yayınladığım  “Almanya’da Türkçe Anadil Eğitimi  ve  Anadile Emek Verenler” adlı kitabımda yayınlanmıştı.  Burada  tekrar aynen  yayınlıyorum.  26.6.2009  Kemal Yalçın)