EdebiyatKitap Tanıtımı

FİKRET GÜNEŞ Hayata gerçekçi bir gözle bakan Dersimli bir yazardır.

 

Fikret Güneş, alçak gönüllü bir yazar tavrıyla kalemini ve kalbini Almanya’dan Dersim’e, Munzur’a, doğup büyüdüğü kardelenler memleketine uzatıyor. Görüp yaşadıklarını, duyup anladıklarını öyküleştiriyor. Olaylara abartmasız, gerçekçi bir tutumla, açık açık, dobra dobra bir yazar tanıklığıyla yaklaşıyor.

Fikret Güneş’in öykülerinde destansı öğeler, Dersim yöresinden insan manzaraları ve Kızılbaşların yaşamlarından kesitler, adetler, inanç biçimleri genişçe yer alıyor. Öykülerin içerikleriyle biçimleri birbirine uyumlu. Anlatılan, öyküleştirilen gerçek olaylar insanı derinden sarsıyor. Unutulmuş büyük acıları, yıkımları yeniden okumak yakın geçmişimize ait tarih bilincini tazeliyor. Biraz çekinerek, biraz heyecanlanarak kaleme aldığı öykülerin hepsi gerçek hayattan alınmıştır. Kitaplarında  kurgu ürünü bir öykü yoktur.

Fikret Güneş, Duisburg’da ilticacılar bürosunda ve göçmen çocuklarının eğitimi alanında çalışıyor.  Çevirmenlik yapıyor. Okul, çocuk yuvası ve aile arasında sağlıklı bir iletişim kurulması için okuldan okula, yuvadan yuvaya koşturuyor. Ailelerle, öğretmenlerle, yöneticilerle konuşuyor, çeşit çeşit yaşam biçimlerini gözlemliyor.

FİKRET GÜNEŞ 2020

Almanya’da çeşit çeşit insanlar, çeşit çeşit dinler, diller, renkler bir arada yaşar. Okullarda çeşitli uluslardan öğrenciler aynı sınıflarda ders yaparlar. Tanışma ve karşılaşmalara “Nerelisin?” “Nereden geldin?” “Hangi dindensin?” “Anadilin ne?” gibi sorular sorulur. Fikret Güneş, bu tür sorulara cevap verirken bazen içi “cız“” eder. Anadili Zazacadır, ama dili memleketinde dibinden burkulmuştur. İnanç biçimi Alevi-Kızılbaştır. Ama onun doğup büyüdüğü köylerde, yörelerde insanlar inançlarını özgürce yerine getiremez. Milliyeti Zazadır/Kürttür, ama ulusal kimliği baskı altına alınmıştır.

“Nerelisin?” sorusuna, “Dersimliyim” cevabını verir. Ama “Dersim” onun kişisel tarihinde kanayan bir yaradır. Fikret Güneş’in dünyasında “Dersim” kelimesi acıların, kıyımların, korkuların, yasakların, hasretlerin, sevgilerin, güzelliklerin, umudun, kardelenlerin öteki adıdır aynı zamanda.

“Kardelenler Güneşi Sever” adlı ilk kitabında Dersim katliamını anlatmıştı.

2007 yılında Dersim Katliamını yaşayan canlı tanıkların anlattıklarından hareketle “Kardelenler Güneşi Sever” adlı kitabında kaleme aldı. Daha sonra Maraş katliamını anlatan “Güneşin Ağladığı Gün” kitabımı 2009 yılında yayınladı.

2013 yılında yayınlanan “Kırkların Direnişi” kitabında Çorum’daki katliam ve  direnişi kitaplaştırdı. Suriye’de 2013  yılında  “74. Ferman” diye adlandırılan, Ezidi milletinin yaşadığı soykırımını  anlatan “Güneş Ülkesinin Çığlığı” kitabını 2018’de  yayınlandı.

Fikret Güneş insanlığın vicdanıdır. Eserlerinde mikro tarih belgesel roman tarzını kullanmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun tüm katliamlara, haksızlıklara, zulümlere karşı çıkar, kalemini barış ve sevgi için kullanır.

Fikret Güneş Anadolu’nun bağrından çıkan, Yunus Emrelerden, Hacı Bektaş Velilerden, Pir Sultanlardan, Karacaoğlanlardan, Nazım Hikmetlerden akıp gelen barış, sevgi, dostluk nehrinin temiz bir damlasıdır.

Fikret Güneş’i daha yakından tanıyabilmek için kendisiyle yaptığım söyleşiyi aynen yayınlıyorum.

Bochum, 25 Mayıs 2021, Kemal Yalçın

 

FİKRET GÜNEŞ İLE SÖYLEŞİ

Kemal Yalçın: Yazım serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladınız?

Fikret Güneş: 1955 yılında Dersim’in Kortu-Meşeyolu köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokul ve lise Cumhuriyet lisesinde tamamladım. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünü 1975-1978’de bitirdim. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Almanya’ya geldi.

Her insan mutlaka yaşamındaki sevinçleri veya acıları üzerine sözler söylemiştir, yazmıştır. Ben de ortaokul ve lise yıllarında şiir yazdım, okulun duvar gazetesine makaleler yazdım. Aynı zamanda çok erken yaşta (ilkokulda) türkü söyler saz çalardım. Bunun da şiir yazmama katkısı olmuştur. Lise yıllarının sonlarında ve yüksek öğrenim döneminde, yazmaktan, söylemekten ziyade eylem ve okumak hayatımıza girdi. Ortaokuldan başlayan edebi eserlerin yerini ideolojik eserler aldı.

12 Eylül’ün bizi yurt dışına sürmesinden sonra 70’li yılların hareketli, ideolojik döneminin yerini halk gerçekliği aldı. Daha önce kendi çemberimiz içinde yeni dünyalar kurarken, çemberimizin dışındaki gerçeklikle karşılaştım.

70’li yıllarda toplumu sarsan, yaralayan unutulmaz katliamlar oldu. 1 Mayıs 1977,  Maraş, Malatya, Ankara-Bahçelievler Katliamları ve daha birçokları. Biz, ideolojik bir çerçevede “yaşasın, kahrolsun” sloganlarıyla günlerimizi geçiriyorduk.

1990 yılının başlarında mültecilere danışmanlık yapıyordum. Maraş’tan gelmiş yaşlı bir amca yabancılar dairesinde mültecilik dilekçesini verirken, kendisine tercümanlık yapıyordum. Görevli memur “20 dakika zamanın var, mültecilik sebebini 20 dakika içinde anlatabilirsen anlat yoksa yarın gel,” dedi. Ben bunu tercüme edince mülteci, “Söyle, benim yaşım 60, benim çektiklerimi, yaşadıklarımı anlatmam için bana 60 sene yetmez bile!” dedi. Yaşlı amcanın söylediği bu sözü söyleyip söylememe ikilemine girince, görevli memur “Ne diyor?” diye ısrar edince olduğu gibi tercümesini yaptım.

Memur “Ne yaşamışsın ki?” dedi, yaşlı amca “Ne yaşamadım ki, ben ailemden yedi kişiyi Maraş Katliamı’nda kaybettim!”. Memur yerine oturdu. Mesai saati bitmesine rağmen, amca iki saat anlattı. Memur sessizce dinledi. Amca ağladı, ben ağladım, Alman  memurun da ağladığını tahmin ediyordum.

Ben daha sonraki günlerde yaşlı amcayla dostluğu geliştirdim. Hemen hemen her gün görüşüyorduk, amca anlatıyor ben dinliyordum.

O gün orda kendimi boş bir çuval gibi hissettim. O güne kadar öğrendiklerimin, yaptıklarımın anlamsız olduğunun şüphesine kapıldım. Benim dışımda bir başka dünya varmış. Orda zulüm, katliam diz boyuymuş. Kahrolsun, yaşasın sloganlarıyla biz bu dünyanın dışındaymışız. O gün duyduklarım ve çevirdiklerim beni  kâğıda dökmeye teşvik etti.

Bugüne kadar yazdığın kitapların adları ve yayın yılları nelerdir?

O yaşlı Amca’dan Maraş’ta yaşanan zulmün boyutunu öğrendikçe, geldiğim Dersim toprağında yaşanan katliam gözümün önüne geldi. Her Dersimlinin Dersim Katliamı  ile ilgili işittiği, yaşadığı, mağduru olduğu  bir hikayesi vardır.

Her Dersimlinin mutlaka katledileni, evi yakılan, yerinden sürülen; amcası, dayısı, köylüsü, yakın köylüsü vardır.

Maraş Katliamı’nı yaşayan yüzlerce Maraşlıdan dinlediklerim, tıpkı Dersim’de  1937 -1938 yıllarında yaşananların 1978 yılında Maraş’ta  tıpa tıp tekrarıydı.

Yine katliam, yine evler yakılıyor, yine insanlar evlerini terk ediyor. Bir tek farkla, devletin kolluk kuvvetleri Dersim’de aktif Maraş’ta pasif. Dersim’de zorunlu iskan, yani sürgün yaşanmış, Maraş’ta gönüllü sürgün yaşanıyordu.

O Amca’nın ve daha sora konuştuğum Maraş Katliamı’nın tanıklarının anlattıklarını yazmayı kafamda şekillendiriyordum. Daha önce Dersim Katliamı’yla ilgili tanıdıklarımdan dinlediklerimi not etmiştim. Bu  dönemde not aldığım konuşmaları yazıya döktüm. Maraş’ı yazmadan, Dersim’de yaşananları kitaplaştırmaya karar verdim.

2007 yılında Dersim Katliamını yaşayanların anlatımını “Kardelenler Güneşi Sever” adında  yayınladım. Daha sonra Maraş katliamını anlatan “Güneşin Ağladığı Gün” kitabımı 2009 yılında yayınladım.

Maraş Katliamı üzerinde çalışırken Çorum Katliamıyla karşılaştım. Mülteci kampında Çorumlu bir mültecinin anlattıkları neredeyse Maraş Katliamının aynısıydı. 27 Mayıs’ta başlayıp 4 Temmuz 1980 tarihine kadar devam eden, bizzat devletin güvenlik kuvvetlerinin denetiminde faşist saldırganların Alevi mahallelerine ve köylerine karşı girişilen saldırılarında gene yüzlerce ev ve iş yeri yakılmış ve onlarca insan katledilmişti.

2013 yılında yayınlanan “Kırkların Direnişi” kitabımda Çorum’daki katliam ve  direniş anlatılmakta. Çorum’da Maraş’ın aksine devrimcilerin önderliğinde gelişen Alevi, Sünni Çorum halkının kırk gün süren direnişi daha büyük kayıpların olmasını önledi.

En son Suriye’de 2013  yılında  “74. Ferman” diye adlandırılan, Ezidi milletinin yaşadığı soykıyımını  anlatan “Güneş Ülkesinin Çığlığı” kitabım 2018’de  yayınlandı.

Kitapların hazırlık ve yazma süreci kaç yıl sürdü.

İnsanın anlatacağı bir hikayesi yani malzemesi varsa onu çeşitli yollarla dile getirir. Bu şiir, resim, film, tiyatro öykü veya roman şeklinde olabilir. Bu malzemeyi kullanmak ustalık işidir, bir sabır işidir, bir birikim işidir. Benim elimdeki malzemeden başka bir hünerim yoktu. Bol bol ideolojik kitap okumuştum, fakat yazım sanatını ve kurallarını bilmiyordum, zaten Türkçeyi ilkokulda baskıyla, zorla öğrenmiştim. İyi bir dinleyici olduğumdan, belki iyi bir anlatıcıydım, bu da uzun kış gecelerinde yaşlılarımızın anlattığı masallardan bana kalan bir mirastı.

Elimdeki malzemeyi yoğurmak için Maraş, Adana, Antep, Mersin ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde katliamın tanıklarıyla konuştum. Maraş’ın mahallelerini, köylerini; katliamın yaşandığı yerleri, yanan evleri, mezar taşlarını ziyaret ettim. O mekanların fotoğraflarını çektim, mağdurlarla söyleşiler yaptım. Onlarla katliam günlerine geri gittik, beraber ağladık! O katliamı yaşayanların ruh halini anlamaya çalıştım.

Çorum katliamını yazmak için iki kere Çorum’a ve köylerine gittim. Katliamın mağdurları ve tanıklarıyla konuştum. Sünni mahallelerine giderek olayların sanıkları olabileceklerini düşündüklerimle konuştum.

Daha sonra  Suriye’den buraya gelen Ezidi Kürtlerle teker teker görüştüm. “Güneş Ülkesinin  Çığlığı”ındaki hikayelerinin geçtiği alanları ne yazık ki göremedim, oralara gidemedim. Keşke İŞİD vahşetinin olduğu o bölgeleri görebilseydim. Sırtında yaşlı anne veya babasını, gecenin karanlığında sınırı kaçak geçenler gibi o sınırları geçseydim. Ege’nin kara sularında kaybolanlar gibi, eski bir botla ölüm tehlikelerini hissederek o denizde bir yolculuk yapabilseydim, Türkiye’de, Yunanistan’daki mülteci kamlarında birkaç gün yaşasaydım.

Kitap yazmak, yazarın zihninde birikenlerin dışa vurmasıdır. Yazarda  yazacağı konu hakkında bilgiler belli bir aşamaya gelmemişse, ciddi bir kitap ortaya çıkmaz. Ani bir kararla “Ben gelecek yıl kitap çıkarırım!” demekle kitap yazılmaz. Benim her kitabım araştırma, bilgi birikimi dahil  yazım süreci dört yıl sürmüştür.

Nasıl yazıyorsun?

Yazmayı büyük bir profesyonellik ve hazırlanmış bir altyapı ve ortamda yürütmüyorum. Evde kendi başıma çalışıyorum. Şimdiye kadar tam gün çalışıyordum. Yazmak benim için ikinci çalışma alanı oluyordu.

Mesleğin yazar olmanı etkiledi mi?

Ben mülteci danışmanlık işini yaptığım için Türkiye’nin Dünya’nın dört bir yanından gelen insanlara danışmanlık yapıyordum. Onlardan inanılmaz hikayeler dinliyordum. Dersim’de ziyaret yeri askerler tarafından yakılırken bayılan; Maraş’ta saldırganların rehin alıp “Bize Alevi evini göster!” deyip günlerce mahalle mahalle gezdirilen, sonra dövülüp öldü diye terk edilen; Çorum’da camiler yakılmasın diye sabaha kadar caminin çevresinde nöbet tutan solcu gençlerin; Meriç nehrine kapılıp teknesi alabora olan  ve arkadaşlarını kaybeden Suriyelilerin hikayelerini dinlerken insan kendini suçlu hissediyordu, bunları yazmak, anlatmak insanın boynuna borç oluyordu.

Bu borcun altında kalmamak, ezilmemek için bütün bunları kitaplaştırdım. Eğer mülteciler için danışmanlık işinde çalışmasaydım, bu hikayeleri yakalamayacaktım, yazamayacaktım.

12 Eylül 1980 döneminin senin yazarlık hayatındaki yeri, etkisi nedir?

Hani bir söz vardır “Her baskı karşı direnişi doğurur.” 12 Eylül bizleri yerinden, yurdundan, işinden, sevdiklerimizden kopardı. Benim bütün bu yazım eylemim, bir anlamda gençliğimde yaptığımın veya yapmak istediklerimin bir başka şeklide devamıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tarihinde yaşanan kitlesel katliamları anlatmam bir anlamda düzen sahipleriyle hesaplaşmamdır. 12 Eylül darbecilerinin Maraş ve Çorum katliamlarını nasıl kendi amaçları için organize ettikleri, faşist paramiliter güçleri nasıl kullandıkları bugün artık biliniyor.12 Eylül yalnız benim sürgünüm değil, Maraşlının, Dersimlinin, Çorumlunun sürgünüdür, sosyalistin, devrimcinin sürgünüdür. Ben bunları yazarak 12 Eylül’le bir anlamda hesaplaşmak istedim.

Maraş ve Çorum katliamları üzerine yoğunlaştın, vardığın sonuç nedir?

Dersim, Maraş, Çorum katliamı denince hemen akla Alevi katliamı gelir. Önemli oranda Alevi Kürt katliamı olmuştur. Fakat Maraş’ta onlarca sosyalist, devrimci, Sünni, Türk, sendikacı, eğitmen ve esnafın da evi, iş yeri yakılmış, Alevi olmayan insanlar da hayatını kaybetmiştir.

Aynı şekilde Çorum’da da devrimci, sosyalist, Sünni vatandaşların da evleri yakılmış, Sünni vatandaşlar Alevilerin yoğun yaşadığı Millönü Mahallesi’ne sığınarak canını kurtarmışlardı.

Bu katliamlar kimin işine yarıyorsa, bu katliamın arkasında, organizasyonunda mutlaka o vardır. Bu katliamlar da 12 Eylül faşist diktatörlüğünün işine yaramıştı. Diktatörler kendilerine karşı muhalefet edenleri yok eder. Bu Alevi olur, Sünni olur, Kürt olur, Türk olur. İktidar sahipleri kendileri için tehlike olabilecek güçleri hedef alır, katliama tabi tutar, bu katliamları yaparken de kendilerine göre bir kitle desteğini bulmak için halkı gruplara ayırarak, bir şeyler adını, halkın diğer kesimini hain ilan ederler ve emellerine ulaşırlar.

Türkiye’de kaldığın süre içinde Türkiye’de kitap yazabiliyor musun?

Yazım hayatım Almanya’da başladı. Türkiye’de kalsaydım günlerin ne getireceğini bilemiyorum, büyük ihtimalle yazmazdım. Bugün Türkiye’de olsam daha çok yazarım, çünkü yazılacak çok konu var.

Almanya’ya ne zaman geldin? Almanya hayatını ve yazarlığını nasıl etkiledi?

1980 yılında Van Endüstri Meslek Lisesi’nde Öğretmen olarak çalışıyordum. Ben daha Türkiye’deyken benim hakkımda soruşturmalar açılmıştı. 12 Eylül darbesi olunca yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Almanya’da insan ilişkilerinin yokluğu, maddi konularda korkunç bir yarışın olması, üçüncü dünya dediğimiz gelişmekte olan ülkelerdeki baskıcı rejimlerin Avrupa ülkelerince korunması, insan haklarının ayaklar altında çiğnenmesi beni özüme, gelenek ve göreneklerime yönlendirdi. Anadolu’nun kadim kültürlerinde olan bölüşüm, hak, adalet duygularına dönmeme, yüz yıllar önce Anadolu filozoflarının dile getirdiği “Yârin yanağından gayrı her şey ortak” ve “Her kesin ihtiyacına göre ürettiği ve tükettiği Rıza Şehin’e” olan özlemimdir.

Göçün 60. yılında nasıl bir Almanya hayal ediyorsun?

Bilimde, teknikte, kültürde dünyanın en gelişmiş ülkesi olan Almanya ne yazık ki bu imkanları tüm insanlık için ortaya koymuyor. “Barış” der, fakat dünyanın en çok savaş silahlarını üretir ve satar. “Bilim” der fakat son corona salgınında görüldüğü gibi her şey Almanya için dercesine “Neden az aşı alıyoruz, aşı Almanya’da üretiliyor, önce kendi insanımızı aşı yapalım” diye tartışmalara tanık oluyoruz. Oysa 133  ülke daha aşı ile tanışmadı. Sanki oradaki insanlar insan değil. “Doğa” der, fakat doğayı tahrip eden, hava kirliliğine sebep olan üretimler çoğu Almanya’da gerçekleşir. Göçün 60. yılı değil 600. yılında bile, egemenler çıkarları için eşitlikçi barışçı bir toplum oluşturmazlar. Ekonomik çıkarları için yabancıları kullandıkları gibi, bir anda onları günah keçisi olarak hedef gösterirler.

Hayalim yeni bir dünyada, cennet denilen toplumsal refahı bu dünyada hayata geçirmektir

UNESCO 2021 Yılını Hacı Bektaş’ı Veli’yi, Yunus Emre’yi ve Ahi Evren’i anma yılı olarak kabul etti. Oysa bugün dünyada bencil, çıkarcı ve emek sömürüsünü doğal karşılayan; insanları kutuplaştırarak boğazlaştıran; doğayı sorumsuzca tahrip eden bir yaşam biçimi nerdeyse bütün insanlığa bir virüs gibi yapışmış. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Yunus Emre, Hacı Bektaş’ı Veli, Ahi Evran tüm insanlığın geleceği için umut, hoşgörü ve sevginin temsilcileridir.

Yunus Emre”nin “Bizim tek düşmanımız vardır o da kindir” derken barışı. Hacı Bektaş’ı Veli “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!” derken bilgiyi, aydınlanmayı, Ahi Evren “Çiçeklerin tohumuyla yaşamı yenilemeyi” tavsiye ederken doğayı baş tacı ediyorlardı.

Bu üç şahsiyeti bilge yapan, yaşadıkları dönemdeki toplumun mutluluğu, huzuru ve  adaleti  için vermiş oldukları çabalarıdır.

Sevgili Fikret Güneş bu söyleşi için çok teşekkür ederim.

Ben de sana çok teşekkür ederim Kemal Hocam.

Bochum, Duisburg, 20 Mayıs 2021, Kemal Yalçın, Fikret Güneş