Geziler

Salkım Söğüt Edebiyat Grubu Viyana Gezisi

Almanya’da, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nde “Salkım Söğüt Edebiyat Grubu” adında bir grup var. Kendilerine kısaca  “Salkım Söğüt” adını vermişler. Edebiyatın, sanatın pek ilgi görmediği bir dönemde, beş yıl önce, Dortmund, Bochum, Gelsenkirchen, Aachen bölgelerinde yaşayan bir avuç sanatsever, Şair Nevzat Yalçın’ın bir şiir okuma akşamında bir araya gelmişler. “Bu akşamın şiir tadını devam ettirelim,” demişler.

Nevzat Yalçın’ın şemsiyesi altında, her iki ayda bir evde toplanmaya başlamışlar. Sadece edebiyattan, sanattan, şiirden konuşmuyorlar, aralarındaki şiir yazanların, öykü, deneme yazanların ürünlerini de okuyup değerlendirmeye başlamışlar. Böylece Salkım Söğüt, zamanla bir edebiyat işliğine dönüşmüş. Her buluşmada önceden belirlenmiş bir konuyu, hazırlanmış bir kişi sunuyor. Bu konu hakkında görüşler, eleştiriler özgürce dile getiriliyor. Sonra grubun üyeleri yazdıkları yeni şiirleri, öyküleri, yazıları okuyor. İsteyen düşüncesini açıklıyor.

Buluşmanın ikinci bölümünde yemekler yeniyor. Üçüncü bölümde ise sazlı sözlü eğleniliyor. Salkım Söğüt’ün ortak dili Türkçe. Ama isteyen istediği dili konuşmakta özgür.

Salkım Söğüt, siyasi bir grup, dar bir görüşün derneği değil. Türzüğü, yönetim kurulu, başkanı falan da yok. Grubun ortak bileşeni sanat ve edebiyat. Salkım Söğüt özgürlüğe, kardeşliğe, hümanizme, barış kültürüne kucak açıyor. Salkım Söğüt’ün kapısı, ırkçılığa, ayrımcılığa, dinsel bağnazlığa ve yobazlığa kapalı. Ben Salkım Söğüt Grubuna üç yıl önce katıldım.

Salkım Söğüt üyeleri, kendilerini geliştirmek, Türkiye ile Avrupa, Anadolu kültür dünyası ile Avrupa kültür dünyası arasında köprü kurmaya çalışıyor. Bu amaçla Avrupa ülkelerine geziler düzenliyor.

26 Nisan ile 2 Mayıs 2009 tarihleri arasında Paris gezisi düzenlediler. Müzeleri, kültür merkezlerini ziyaret ettiler. Paris gezisi Salkım Söğüt üyelerini daha çok birbirine yaklaştırmıştı.

Gezilere devam edelim, diyerek bir Viyana gezisi düzenlediler.

Hazırlıklar uzun sürdü ve nihayet 18- 21 Nisan 2011 günlerinde bu gezi gerçekleştirildi. Viyana gezisine 16 Salkım Söğüt üyesi katıldı.

 

Merhaba Viyana!

 

Köln-Bonn Havaalanı’ndan 06.15’de kalkan uçak, 8.45’de Viyana Havaalanı’na indi. Pırıl pırıl güneşli bir bahar gününü yaşıyordu Viyana. Önceden kiralanmış iki minibüs ile 11. Viyana semtindeki Donauwalzer Oteline gidildi.

12 Eylül 1980 dönemi sürgünlerinden biri olan Bingöllü Mehmet Akbal Salkım Söğüt gezi grubunu otelde karşıladı. Mehmet, Türkiye’nin en karanlık bir döneminde en ağır işkencelerden geçmiş, toplam üç yıl kadar hapiste yatmış, 12 Eylül darbesinden sonra bin bir zorluğu aşarak, iğnenin deliğinden ve ateş çemberlerinden geçerek Viyana’ya gelip iltica etmişti.

Önce Almanca öğrendi. Sonra yayıncılık, televizyonculuk alanına yöneldi. Kısa bir sürede Avusturya Devlet Televizyonu’nda (ORF) iyi bir kameraman oldu. Zamanla işini sevdi ve geliştirdi. Sonunda ORF Göçmenler ve Azınlıklar Redaksiyonu’nda sorumlu yönetici oldu.

18 Nisan 2011 günü, izin alarak, Salkım Söğüt gezi grubuna ayırdı. Zaten grubun gezi programını da önceden Mehmet hazırlamıştı.

Otelde yol yorgunluğu geçirildikten sonra, program uyarınca önce otel çevresindeki “Türk pazarı”ndan geçerek şehir merkezine gitmek için tramvay istasyonuna gidildi.

“Türk Pazarı”ndaki satıcıların hemen hemen hepsi Türkiye’den gelmişlerdi. Kimi Yozgatlı, kimi Denizlili, kimi Zonguldaklı… Pazar yeri cadde boyunca uzanıp gidiyor. Caddenin, sokakların iki yanı dönerci, yatakçı yorgancı, pizacı, perdeci, gelinlikçi, lokantacı… İnsan nerede olduğunu unutuyor. Viyana’da mı, Zonguldak’ta mı pek belli değil. Salkım Söğüt’ün sazı sözü, güler yüzü Yozgatlı Hasan, kaşla göz arasında manav hemşerisini buluvermiş.  Zaman olsa, Viyana’nın ilk çayını hemşerisinin semaveriden içiverecek.

Buralar daha 300 yıl öncesinde İkinci Viyana Kuşatması’nda Osmanlı ve Avrupa ordularının kanıyla sulanmış. Mehmet, Viyana kuşatmaları hakkında tarihi bilgiler veriyor. Nereden nereye? 200 bin kişililik Osmanlı Ordusu İstanbul’dan kalkıp ta Viyana önlerine kadar nasıl gelmiş? İnsan kendini tarihin yollarında yürürken başka türlü hissediyor.

 

İmparatorluk Sarayı’nda kahvaltı

 

Viyana, Tuna nehrinin kıyısında yemyeşil bir dünyanın bağrında inci gerdanlık gibi uzanıyor. Pırıl pırıl, tertemiz! Nereye baksan tarih, nereye dönsen birbirinden güzel heykeller,  müzeler, haşmetli saraylar. Bir muhteşem tarih ki, bu güzellikleri yaratan insanlarla aynı dünyada olmaktan mutlu oluyor insan.

Tramvaydan inip kahvaltı yapacağımız Avusturya–Macaristan İmparatorluğu Sarayı’na doğru yürüyoruz. Mehmet, rehberliğini adım attığımız yerlerin havasını, kültürünü, dününü, bugününü soluta soluta yapıyor.

“Burası, bu yapılar bir zamanlar İmparatorluk sarayının at ahırlarıymış!”

“Burası atların ahırıysa, insanların sarayları nasılmış acaba?”

“Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkıldıktan sonra saraylar, konaklar müze haline, kültür merkezleri haline getirilmiş. Dünün at ahırları, bugünün sanat merkezleri, insanların dinlenme yerleri haline getirilmiş. Burası da gördüğünüz gibi lokanta, kahvehane haline getirilmiş.”

İmparatorluk Sarayının mekanında kahvaltı yapmanın ayrı bir havası var. Burada kahve içerken, kahvaltı yaparken insan kendi iç dünyasına ve Viyana’nın zengin geçmişine dalıp gidiyor.

Kahvaltıdan sonra, Viyana’nın kalbinde yürümeye başladık. Alabildiğine geniş, biribirinden güzel ve etkileyici heykellerle görkemi artırılmış meydanlardan geçiyoruz.

Heykeller erkek, kadın, doğal, sade ve çıplak! Anadan doğma!

Hiçbir heykelin, hiçbir yerine kötü bir niyetle el sürülmemiş!

Heykeller Viyana’nın tertemiz evlatları.

Viyana heykelleri olduğu gibi bağrına basmış!

Mehmet, Viyana aşığı elektrik mühendisi arkadaşı Ali Güney’i de yanında getirmiş. Ali Güney, her heykelin ayrıntılarını, heykellerin, yapıların tarihlerini de anlatıyor.

Tarih mermerden, tunçtan heykelleri daha da güzelleştirip canlandırıyor.

Viyana’ya, heykellere, çevreye, toplumdaki sanat ve kültür anlayışına bakınca Türkiye geliyor insanın aklına. Başbakan’ın heykellere “ucube” deyişi, bir belediye başkanının “böyle sanatın içine tükürürüm!”, diye sanata ve sanatçılara hakaret etmesi…

Daha neler, neler geliyor insanın aklına.

Birbirimizin yüzüne bakıyoruz.

Aklımızdan geçenler hemen hemen aynı!

Ama dile getirmek yaralıyor insanı!

Müzeler meydanından sola dönerek Avusturya Parlamentosu’na varıyoruz. İnsanlar kendi evlerine varır gibi rahat ve huzur içinde varıyorlar parlamentonun kapısına kadar. Ne asker var, ne de resmi polisl. Ne “Dur!” diyen var, ne de “Yasak! Yaklaşma!” diyen.

Parlementonun önünden geçerek Viyana Belediye Sarayına varıyoruz. Hava sıcak, parklar rengarenk çiçeklerle nakış nakış işlenmiş. Parkta biraz yorgunluk gideriyoruz.

Mehmet ile Ali yavaş yavaş önümüze düşüyorlar. Biz de arkalarından yürüyoruz.

“Nereye Mehmet?”

“Arkadaşlar, şimdi de Viyana Üniversitesi ziyaret edeceğiz! Viyana Üniversitesi Avrupa’nın en köklü bilim merkezlerinden, dünyanın sayılı üniversitelerinden biridir. Nobel Bilim Ödülleri bakımından zengindir!” cevabını veriyor.

Üniversite kapısında da ne dur diyen var, ne üst baş araması yapan polisler var…

Evine barkına, yuvana girer gibi giriyoruz heykellerle bezenmiş tarihi kapısından.

Giriş salonunun solunda Nobel Bilim Ödülü almış Viyana Üniversitesi öğretim üyelerinin, bilim insanları tanıtılıyor. Onları geçince salon sağlı sollu merdivenlerle üst katlara ve orta bahçeye açılıyor. Üniversitede bir dinginlik, bir huzur var. Giriş Salonun ilerisinde, karşılıklı, simetrik büyüklükte iki şeref sayfası gibi duran özel yerler.

Sağda, yaldızlı harflerle yazılmış sözleri okuyoruz:

“Bilimsel özgürlük ve düşünceye saygı temel ilkemizdir!”

Solda, ise aynı harflerle “Burada ırkçılığa ve faşizme yer yoktur!” yazılı.

Dersimli Nursel, “Hocam burada üniversiteye gitmek isterdim. İmkanım olsa burada yeniden okumak isterim!” diyor.

Bilim, özgür bir ortamda yapılıyor.

Bilim insanları da özgür bir üniversitede, özgür bir toplumda daha çok yetişebiliyor.

Hoşça kal Viyana Üniversitesi, hoşça kal özgürlük!

 

Efes Müzesinin önünde

 

Havanın sıcaklığı öğleden sonra daha da arttı. Sıcak, Salkım Söğütlülerin hepsinin yorgunluğunu artırıyor. Buna rağmen, Viyana’nın güzellikleri insana güç veriyor.

Mehmet ve Ali’nin rehberliğinde Viyana Üniversitesi’nden sonra Efes Müzesi’ne doğru yürüyoruz. Geniş, bakımlı bir parktan geçerken Mehmet “Bu saray Avusturya Cumhurbaşkanlığı, ötekisi Avusturya Başbakanlığı, daha ilerideki ise Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Merkezi,” tanıtıyor çevreyi. İnsanlar Cumhurbaşkanlığı Sarayının önündeki parka sereserpe uzanmışlar, güneşin tadını çıkarıyorlar.

Efes Müzesi, Avusturya Milli Kitaplığı’nın içinde bir bölümmüş.

Kitaplık çok etkileyici, bakana bir daha baktıran bir tarihi yapı. Giriş kapısının üstünde balkonu var.

“Hitler, Avusturya’yı ilhak ettiğinde, burada, bu büyük meydanda bir milyon Avusturyalı toplanmış. Hitler bu kalabalığı bu balkondan selamlamış. Avusturyalılar burada, Hitleri alkışlamışlar.”

“Nasıl olmuş bu iş?”

“Olmuş işte!”

“Ama bu dünya ne Hitler’e kaldı, ne de Hitler’in işbirlikçilerine!”

Şansızlık!  Efes Müzesi kapalıymış.

Viyana’na kahveleriyle de ünlü. Biz de tarihi kahvelerden birine oturup günün yorgunluk kahvelerini içtik.

Gezimize yarın saat 10.45’de Avusturya Parlamentosu’nu ziyaret ederek sürdüreceğiz.

 

Avusturya Parlamentosu

 

Parlamento’nun içini gezmek özel izinle ve davetle olabiliyormuş. Grubumuzun Avusturya Parlamentosu’nu ziyaret etmesini Dersimli Nursel’in kardeşi Mustafa önceden düzenlemiş.

Dersimli Mustafa da Bingöllü Mehmet gibi 12 Eylül işkencecilerinin elinden canını zor kurtarmış, binlerce 12 Eylül sürgününden biri. Bir gösteri sırasında polisin eline düştüğünde henüz 17 yaşında bir lise öğrencisiymiş. Gencecik yaşında korkunç işkencelerden geçirilmiş. Okul hayatı sönmüş. 12 Eylül darbesinden sonra zor bela Avusturya’ya gelerek iltica etmiş. Dil öğrenmiş, Türkiye’de yarım kalan okul hayatını tamamlamış. Kendini yetiştirmiş, kendi vatanında siyasete bulaştı diye başına bin bela gelmiş, ama Avusturya’da siyaset yaptığı için saygınlık kazanmış, sözü dinlenir biri olmuş. Mustafa, Avusturya Parlamento Başkanı’nın özel daveti ile Salkım Söğüt Parlamento’yu ziyaret etmesini  sağlanmış.

19 Nisan 2011,  Salı günü, 10. 45’de Avusturya Parlamentosu’na elektronik aramalardan geçerek ziyaretçiler bölümünden girdik. Parlamentoyu gezdirecek olan görevli bizi güler yüzle karşıladı. Sütunlu Kabul Salonu’nda:

“Nereden, niçin geldiğinizi ve kim olduğunuzu bilmiyorum, ama Avusturya Parlamentosu Başkanı’nın özel daveti ile geldiğinizi biliyorum. Hoş geldiniz! Hepinizi sevgiyle selamlıyorum!” dedi. Önce parlamento binasının tarihçesini anlattı:

“Viyana Ring Caddesi’ndeki bu parlamento binası Mimar Theophi Hansen’in tasarımına göre 1874-1884 yıllarında toplam on yıllık bir sürede inşa edilmiştir.

Hansen’in mimari tasarımı, “demokrasinin beşiği” olan antik Yunan mimari anlayışını ve tarzını anımsatır. Heykeller, sütunlar, binanın iç ve dış düzenlenişi antik Yunan ile çok benzerlikler içerir.

Avusturya Parlamento binası, yüz yılı aşkın tarihçesinde değişik parlamenter kurumları barındırmıştır. Bu bina ilk olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Avusturya kısmının parlamentosu olan İmparatorluk Meclisi’ne ev sahipliği yapmıştır.

Bu binada iki büyük genel kurul salonu vardır. Bu iki salon, büyük sütunlu avluda birleşir. İki genel kurul salonunun, geniş avluda birleşmesi, 1861 yılında çıkartılan “Şubat Patenti” adıyla bilinen genelgedeki İmparatorluk Meclisi’nin temel düşüncesini yansıtmaktadır.

Avusturya’da, krallık rejiminden  cumhuriyete geçiş 1918 yılında bu tarihi binada geçekleşmişti. Toplanan Millet Meclisi 1919-1920 yıllarında, Avusturya Cumhuriyeti’nin anayasa hukukunun temelini oluşturan Federal Anayasa’yı bu binada kabul etmiştir.

Avusturya Parlamento Binası, Nazilerin Avusturya’yı ilhak ettikleri 1934-1945 yılları haricinde, 1920 yılından bu yana Avusturya Cumhuriyeti’nin federal yasama organları olan Millet Meclisi ve Federal Meclis’in merkezidir.

Avusturya Parlamentosu, İkinci Dünya Savaşı döneminde bombardıman sonucu ağır hasar görmiş, binanın yarısına yakını tahrip olmuştu. Savaş sonrasında, bu parlamento binası büyük ölçüde aslına sadık kalınarak 1956 yılına kadar yenilenmiştir.”

Bu açıklamalardan sonra savaş sonrası yenilenmiş olan Meclis Salonu’na gittik. Parlamento Başkanlık Divanı ve Bakanlar Kurulu üyelerinin oturduğu koltuklara oturduk. Hatıra resimleri çektirdik.

Rehberimiz, Avusturya Cumhuriyeti’ndeki meclis sistemi hakkında bilgi verdi.

“Avusturya Cumhuriyeti, dokuz eyaletten meydana gelen federal bir cumhuriyettir. İki meclisi vardır. Milli Meclis, beş yıllık bir çalışma dönemi için halk tarafından seçilen 183 üyeden oluşmaktadır. 16 yaşını doldurmuş her Avusturya vatandaşı seçme hakkına sahiptir. Milli Meclis’in ana görevi yasamadır. Milli Meclis’in önemli görevlerinden biri de denetlemedir. Denetim, parlamenter muhalefetin ana görevidir. Federal Hükümet, Milli Meclis’in güven oyuna bağımlıdır. Milli Meclis, hükümete güvensizlik oyu verdiği takdirde, Cumhurbaşkanı’nın hükümeti feshetmesi gerekir.

Federal Meclis, 62 üyeden oluşmaktadır. Bu üyeler, dokuz eyaletin kendi Eyalet Meclisleri’nde seçilmektedir. Her eyalet, Federal Meclis’e büyüklüğüne göre en az üç, en fazla 12 üye gönderir. Federal Meclis’in görevi, eyaletlerin taleplerini federal alanda temsil etmektir. Federal Meclis, devletin yasamasında etkindir.”

Milli Meclis ve Federal Meclis salonlarını gördükten sonra Tarihi Genel Kurul Salonu’na geldik. Bu salon İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bombardımanlarda isabet almamış. Bu nedenle tarihi dokusu, iç mimari düzenlemesi 1884 yılından beri aynen korunmuş.

Tarihi Genel Kurul Salonu’nun üstü işlemeli, renkli kristal camlarla örtülmüş. Başkanlık Divanı’nın arkası ve salonu çevreleyen dinleyici locaları biribirinden güzel çıplak heykel sütunlar üzerine inşa edilmiş. Nereye baksan tarih! Nereye baksan Antik Yunan medeniyetinden beri süre gelen tarihi geleneğin somutlanışı, heykel ve mimari işlemelerle ifade edilmesi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun meydana getiren milletlerin temsilcileri bu genel kurulda kendi anadillerinde konuşma hakkına sahipmiş. Fakat gönüllü bir beraberliği sağlamak ve anlaşmayı kolaylaştırmak için ortak dil olarak Almanca kullanılıyormuş.

Avusturya Parlamentosu’nun her yeri heykel ve resimlerle süslenmiş. İnsan Avusturya Parlamentosu ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni karşılaştırmadan edemiyor.

Acaba bu çıplak kadın ve erkek heykelleri TBMM’de olsaydı, günümüzün bazı millet vekilleri ne derdi? Kendi anlayışına uymayan bir heykele “ucube” diyen ve yıktıran bir başbakan bu anadan doğma kadın ve erkek heykellerine ne derdi?

Demokrasi bir yaşam tarzı, bir anlayışın, köklü bir geleneğin somutlanışı. 90 yıllık bir cumhuriyet döneminin yarısı sıkıyönetimlerle, on yılda bir tekrarlanan askeri darbelerle geçmiş. Demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını özümlemek, yaşam tarzı haline getirmek pek kolay olmuyormuş.  Demokrasi; parlamentosu, sanatı, müziği, felsefesi, bilimi, eğitimi ile bir bütün. Bunlardan biri tam işlemeyince, politaka, bilim ve sanat özgürce kucaklaşmayınca demokrasi hep topallıyor.

Avusturya Parlamentosu’ndan dünyamız zenginleşmiş olarak ve  kafamızdaki sorularla birlikte ayrılıyoruz.

 

 

 

 

İkinci Viyana Kuşatması’nın izleri

 

Bu gün gezi rehberliğimizi Dersimli Mustafa Akgün yapıyor. Parlamento’dan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması’nın izlerini görmek için Tarih Müzesi’ne gittik.

Osmanlı–Avusturya ilişkileri, 15. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar savaşlarla, çatışmalarla, siyasi gerginliklerle geçmiştir. Osmanlı-Avusturya ilişkilerinde Birinci ve İkinci Viyana kuşatmalarının özel bir yeri vardır. Viyana, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da ulaştığı son nokayı simgeler.

Osmanlıların Avrupa’da hızlı ilerleyişi, Kanuni Sultan Süleyman’ın, 1526’da Macaristan’ı ele geçirmesiyle yeni bir ivme kazanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya İmparatorluğu’nun varlık şartlarını tehdit eden önemli bir düşman konumundaydı.

Birinci Viyana Kuşatması, 150 bin kişilik Osmanlı Ordusu tarafından gerçekleştirilmişti. Kuşatma, 27 Eylül-14 Ekim 1529 günlerinde yapılmıştı. Kışın erken bastırması, erzak kıtlığı, cephane azlığı yaniçerilerin moralini bozmuştu. Kanuni, kısa sürede Viyana’nın alınamayacağını görerek kuşatmayı kaldırmıştı.

Birinci Viyana Kuşatması, yüzlerce yıl sürecek Osmanlı-Avusturya gerginliğinin dönüm noktası olmuştu. Çeşitli savaşlarla geçen 154 yıldan sonra Viyana, 14 Temmuz-12 Eylül 1683 günlerinde ikinci kere kuşatıldı.

1648 yılında imzalan Vestfalya Barış anlaşması’yla, Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları sona ermişti. Avusturya İmparatorluğu iç birliğini ve ekonomisini güçlendirmeye ağırlık vermişti.

Osmanlı İmparatorluğu da uzun yıllar süren isyanlar, iç karışıklıklardan sonra yeniden güçlenmeye çalışıyor, bunun için de Avrupa’da yeni topraklar almaya çalışıyordu.

Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yönetimindeki 200 bin kişilik Osmanlı Ordusu 1 Nisan 1683 günü Edirne’den yola çıkmıştı. 6 Mayıs’ta Belgrad’a varan Osmanlı Ordusu’na Kırım Hanı’nın, Erdel Beyi’nin, Eflak ve Boğdan voyvodasının, Budin Beylerbeyi’nin askerleri de katıldı. Bu katılmalarla birlikte Osmanlı Ordusu’nun toplam sayısı 350 bine ulaşmıştı.

Kara Musafa Paşa komutasındaki 350 bin kişilik Osmanlı Ordusu 14 Temmuz 1683 tarihinde Viyana’yı kuşattı. İki ay kadar süren kuşatma çok şiddetli, çok kanlı çatışmalarla geçiyordu.

12 Eylül 1683 günü, Lehistan Kralı Jan Sobiesky komutasındaki Hıristiyan Avrupa Devletlerinin askerlerinden meydana gelen ordu, Tuna nehrini geçerek Osmanlı Ordusuna arkadan saldırdı. Alaman Dağı (Kahlenberg) denilen dağlık, tepelik arazide arkadan ve önden ani bir baskına uğrayan Osmanlı Ordusu bozguna uğratıldı. Çok kanlı bir savaş olmuştu. Osmanlı Ordusu bütün ağırlığını savaş meydanında, Viyana önlerinde bırakarak çekilme ve kaçış sırasında çok büyük kayıplar vermişti.

Kara Mustafa Paşa, bu büyük bozgunun sorumlusu olarak idam edildi. İkinci Viyana Kuşatması, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkımına doğru giden tarihi sürecin başlangıcı oldu.

Avusturya tarihi, Osmanlı tarihiyle içiçe geçmiş. Tarih Müzesi’nde Viyana kuşatmalarına özel bir bölüm ayrılmış. Viyana kuşatmalarının gravür resimleri, İkinci Viyan Kuşatması’nın ele geçirilen Osmanlı Ordu Kumandalığı’nın orijinal planları, Osmanlı Ordusu’ndan kalan bazı silahlar, toplar ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Türkiye’deki tarih kitaplarında gördüğümüz yağlı boya resminin orijinali.

Avusturyalılar arasında Osmanlılar, Türkler hakkında birçok olumsuz olay anlatılıyormuş. Bu olumsuz hatıralar, Türkiyeli işçilerin Avusturya’ya çalışmaya gelmesinden sonra yavaş yavaş değişmiş.

 

Kahlenberg’i ziyaret

 

Tarih Müzesi’nden sonra, İkinci Viyana Kuşatması’nın ölüm kalım savaşının yapılmış olduğu Alaman Dağı denilen Kahlenberg tepesine çıktık.

Kahlenberg tepesinde Osmanlı Ordusu’nun karargahı kurulmuş. Kara Mustafa Paşa, büyük kuşatmayı bu tepeden yönetmiş.

Kahlenberg tepesinden bakınca, Viyana, insanın kanatlarının  altında kalıyor. Tuna nehri,  Viyana ovasının ortasından büyük menderesler yaparak Karadeniz’e doğru durmadan akıyor.

Birbirimize, 350 bin kişilik bir ordunun iki ay boyunca bu tepelerde, bu dağlarda nasıl konakladığı, ne yiyip içtiği, ağır topların, silahların bu tepelere nasıl çıkarıldığını soruyoruz. Anlamak ve açıklamak çok zor!

Bozgundan ve yenilgiden sonra koskoca ordunun ne kadarı savaş meydanında ölmüştür, ne kadarı esir düşmüştür, ne kadarı kurtularak İstanbul’a dönebilmiştir. İki tarafın binlerce askeri bu savaştan nasıl etkilenmiştir?

Tarihte hep iki ordunun baş komutanlarından söz ediliyor. Peki, binlerce erat ne olmuştur? Bu savaşlarda kadınlar, kızlar, çocuklar nasıl etkilenmiştir? Bu insanlar ne acılar çekmiştir?

Kara Mustafa Paşa’nın karargahının bulunduğu tepeden Viyana’yı seyrederken insanın aklına, gözünün önüne neler neler geliyor ve insan, geçmişin acılarının ve savaşlarının günümüzdeki kalıcı bir barışın temeli olmasını arzuluyor.

 

 

Schönbrunn Sarayı’nı ziyaret

 

Schönbrunn Sarayı’nı 20 Nisan 2011 günü, öğleden önce ziyaret ettik. Sarayın dış bahçesine paskalya pazarı kurulmuştu. Ortalık cıvıl cıvıldı. Saraya görmek isteyenler uzun kuyruklar meydana getirmişlerdi.

Schönbrunn Sarayı, Viyana’nın ve Avrupa’nın en güzel, en büyük, en görkemli saraylarından biridir. Bu saray, 1744-1749 yılları arasında, Avusturya İmparotoriçesi Maria Theressia tarafından tamamlatılmış ve Habsburg Hanedanının ve Avusturya İmparatorunun yazlık sarayı olarak kullanılmış.

1441 oda ve salondan meydana gelen Schönbrunn Sarayı, 1.600.000 m2’lik bir alana kurulmuştur. Avusturya’nın en önemli kültürel anıtları bu sarayın içinde ve bahçesinde bulunmaktadır.

1683 yılında, İkinci Viyana Kuşatması sırasında, saray büyük hasar görmüş, çevresindeki binalar yok edilmiştir.

Schönbrunn Sarayı’nın içini her yıl yaklaşık 1.5 milyon insan bahçesindeki hayvanat bahçesini, kültürel ve sportif tesisleri ise 5 milyondan fazla insan ziyaret etmektedir. Başka bir anlatımla, 8 milyon nüfuslu Avusturya’da, sadece Schönbrunn Sarayı’na toplam 6.5 milyon ziyaretçi gelmektedir.

Avusturya-Macaristan İmparatoru 1.Karl, tahtı bıraktığını bildiren ve Habsburg Hanedanı hakimiyetine son veren anlaşmayı 1918 yılında Schönbrunn Sarayı’nda imzalamıştır.

Sarayın içi en nadide heykeller, tablolar, halılar, mobilyalar, ev eşyalarıyla donatılmış. Biribirinden güzel odalar, salonlarda müzik var, heykel var, resim var. Ama bu koskoca Sarayda harem dairesi yok. İmparatorun tek bir yatak odası var. Salkım Söğüt Gezi Grubu’ndaki herkes Schönburnn Sarayı ile Topkapı Sarayı’nı karşılaştırıyor. Topkapı Sarayı’nda heykel yok, padişah resimlerinden ve iki boyutlu minyatürlerden başka resim yok.

Topkapı Sarayı’nın en önemli bölümlerinden birinin Harem Dairesi olduğunu düşününce insan hemen bunun nedenlerini soruyor. Çok eşliliğin, harem ve cariye sisteminin, heykeli ve resmi yasaklayan düşüncenin kaynağı imparatorluk ya da padişahlık sistemine değil, dine, Müslümanlığa dayanıyor.

Avusturyalılar, bu sarayda Joseph Haydn ve Wolfgang Amadeus Mozart gibi büyük müzisyenler yetiştiği ve sanatlarını icra ettikleri için gurur duyuyorlar.

 

Veda Yemeği

 

Dört günlük Viyana gezisinin son akşamında Viyana’daki arkadaşlarımızla birlikte bir veda yemeği düzenlemiştik. 16 kişilik gezi grubumuza, bir o kadar da Viyanalı dostlarımız katıldı. Bir Türk lokantasının özel salonunda 20 Nisan 2011 akşamı, saat 20.00’de bir araya geldik. O akşam salon bize ayrılmıştı. Lokanta sahibi bir müzik grubunu çağırmıştı.

Önce herkes kendini kısaca tanıttı. Üç günden beri grubumuza rehberlik eden Mehmet Akbal, Ali Güney, Mustafa Akgün’e, Salkım Söğüt adına Dilara teşekkür etti. Mehmet de veda yemeğine katılan Viyanalı dostlarımız adında konuştu, üç günden beri birlikte yaşadığımız güzellikler için teşekkür etti. Mehmet’in eşi Malatyalı Arpi ile Arpi’nin kardeşi Maryam da mutluluklarını dile getirdiler.

Kadehlerimizi hepimizin mutluluğu ve sağlığı için kaldırdık.

Sonra Dilara, Salkım Söğüt Grubu üyelerinden Türkçe öğretmeni Nevin Karahasan’ın 42 yıllık çalışmadan sonra emekli olmasını grubumuz adına kutladı, çam sakızı, çoban armağanı bir Viyana hediyesi sundu. Kadehlerimizi Nevin Hanımın şerefine ve sağlığına kaldırıyoruz. Nevin Hanım, “Nereden aklınıza geldi bu? Emekliliğimi Viyana’da kutlamak güzel bir duygu. Çok sağ olun! Beni mutlu ettiniz!” diyebildi. Dokunsak ağlayacak! Kızı Devrim sarılıyordu annesine!

Türküler, şarkılar, şiirlerle coştuk. Türkiye nere, Viyana nere? Ama o akşam uzaklıklar, mesafeler anlamını yitirmişti. Türküler alıp gidiyordu bizleri Anadolu’ya, varolduğumuz topraklara doğru.

O akşam Türkü, Kürdü, Lazı, Ermenisi aynı duygularla coşuyor, aynı kardeşliğin havasını soluyordu. Hep beraber türküler söyleniyor, hep beraber halay çekiliyordu.

Bir ara Hasan Şahin ile eşi Yeter, bir Alevi deyişi eşliğinde Çepnililerin bir oyununu oynamaya başladılar. Meydan onlara kaldı.

Oyun var, oynayanlar var!

Hasan ile Yeter kah gökte uçuyor, kah yerde dans ediyor!

Göz göze bakışıyor, el ele tutuşuyorlar…

Sıcacık, tertemiz bir sevgi dalgası yayılıyor ortalığa.

Sonra bu sevgi, bu dostluk havasına katılıyor herkes.

Doktorasını Ortaçağlar Tarihi üzerinde, Floransa Üniversitesi’nde yapmış, beş dil bilen Hopalı Laz Devrim coşmuş, uçuyor havalarda. Annesi, “Ya benim kızım ne güzel oynarmış böyle! İlk görüyorum kızımın oynayışını!” diyor.

Sonra sıra şiirlere geldi. Dilara yeni yazdığı bir şiiri okudu. Sonra Salkım Söğüt’ün şairlerinden Kazım Güzel, “Uykum Yine Kayıplarda” adlı şiir kitabından hemşerisi Hasan Hüseyin Korkmazgil için yazdığı bir şiiri okumaya başlıyor:

Hasan Hüseyin,

Bugün üç haziran

Haziranda ölmek zor

Şubatta kolay mı?

Işığın gölgesinden

Işığın gölgesi olur mu Hasan Hüseyin

Işığın gölgesi

Işığın gölgesi

Her gün yeni bir şey öğreniyoruz ondan

İnanmak kolay

Düşünmek zor diyor

Konuşuyor

Tam da kitabın ortasından.

Şiir devam ediyor, uzun. Kazım şiiri okumuyor, şiiri canlandırıyor. Bir daha oku diyoruz. Bir daha okuyor. Üçe tamamlıyor.

Korkudan korkmak bizimkisi

Minareden gelen ses

Susturdu her şeyi

Ressam fırçayı atmalı

Kemancı kemanı satmalı

Heykelci traşı brakmalı

Ben şairim

Kalemimi mi kırmalı?

Susmuyorum ulan!

İpim cebimde

Hazırlayın sehpayı.

Alkışlarla teşekkür ediyoruz Kazım’a. Maryam heyecanla rerinden kalkıp, Kazım’ı öpüyor. “Kalemini kırma, yazmaya devam et lütfen!” diyor.

Şiirlerden sonra oyunlara geçiliyor yeniden. Hidayda’yı oynuyorlar, kıvrak, canlı, etrafa mutluluk saçarak.

Saat 23.00 sularında lokantanın davet ettiği müzik grubu bizlere veda ediyor. Alkışlarla teşekkür ediyoruz onlara.

Müzik grubunun gitmesinden sonra, Hasan alıyor sazını eline. Hasan saza, saz Hasan’a sarılıyor. Hasan o an nerede belli değil?  Önce doğaçlamadan çalıyor, sonra türkürlere geçiyor. Hasan bir ses oluyor, bir söz! Bir Yozgat’ta, bir Ankara’da; bir Viyana’da, bir Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde! Hasan bir dün oluyor, bir bugün! Bir Pir Sultan oluyor, bir Karacaoğlan, bir Aşık Veysel oluyor, bir Nazım Hikmet!

Hep beraber, tek ağızdan tek yürekten söylüyoruz, hayır söylemiyoruz yaşayıp haykırıyoruz, Nesimi’den Haydar Haydar’ı Nazım’dan Karlı Kayın Ormanında’yı.

Yedi tepeli şehrimde

Bıraktım gonca gülümü,

Ne ölümden korkmak ayıp,

Ne de düşünmek ölümü

Nazım Hikmet alıp gidiyor bizleri çok uzaklara, 1970’lere, rüzgarların soldan estiği, denizlerin kabardığı, ekmek, gül ve hürriyet güllerinin katmer katmer açtığı günlere…

Hemen herkesin o günlerden acı tatlı hatıraları var… Herkes kendisi, kendisini vareden özlemleri, umutları, düşleri, düşünceleri için söylüyor.

Aydın Hoca, Sarı Gelin türküsüne Türkçe başlıyor, Malatyalı Arpi ile Maryam Ermenice devam ediyorlar

 

 

Ambel a para para

Neylim aman, neylim aman, Sari Gyalin

Yes im siradzin çara

Ah, merıt merni Sari Gyalin,

Sari Gyalin, Sari Gyalin, dardot yarim.

Sarı Gelin alıp gidiyor Arpi’yi, Maryam’ı, hepimizi Erzurum’a, Malatya’ya, Adıyaman’a, Harput’a, Dersim’e…

Dersimli Nursel başlıyor, yanık, yürekten sesiyle…

Dersim dört dağ içinde,

Gülü var dağ içinde

Dersim’i hak saklasın

Bir yarim var içinde

 

Dersim’in altı kelek,

Harput’a gidip gelek

Eli elimde olsun

Kapı kapı dilenek…

 

Dersimli Nursel ile Malatyalı Arpi göz yaşlarını siliyorlar. Ah bu acılar ah! Keşke bu türkülerde dile gelen olaylar olmasaydı, keşke bu türküler söylenmeseydi…

Dersimli din dersi öğretmeni, yeşil gözlü Aslı kah dinliyor, kah söylüyor. Ama aklında iki gün önce bir sohbet esnasında beliren bir soru var. Büyük babası 1915 yılında Amerika’ya gitmiş. Sonra geri dönmüş. Parası çokmuş. Kendisinden küçük bir dul kadınla evlenmiş. Neden dul bir kadınla evlenmiş? Bilmiyor. Dedesinin hayat hikayesi onun bir Ermeni olabileceğini akla getiriyor. Bu kafa karışıklığı, bu kafasındaki soru, türkülerin, halayların arasında bile devam ediyor. Neden benim dedem 1915’de Amerika’ya gitmiş? Nasıl gitmiş? Aslı yemek yiyor ama, aklı dedesinde, dedesinin hayat hikayesinde…

Bingöllü Mehmet, Kürtçe Amado türküsüne başlıyor. O an nerede? Hangi hallerde? Hapiste mi, gözaltında mı, hapisten çıkmış da İstanbul’da mı? Evinde mi, Haydarpaşa Lisesi koridorlarında mı?

Dersimli Mustafa, susuyor, susuyor… Neden susuyor, bilen yok? Susmuyor, içinden kendi kendine haykırıyor alınmamış ahlarının türkülerini… Yüzü renkten renge giriyor. Bir geriliyor, bir gülümsüyor.

O an kimseye nerede olduğunu sormak imkansız…

Nursel başka bir türküye başlıyor…

 

Bu dünyada üç sey vardır sevilir le le sevilir
Biri ana biri baba yar da var le le yar da var
Ana sana baba ona yar bana le le yar bana

Nursel’in ardından hep bir ağızdan Karadır kaşların ferman yazdırır türküsü patlıyor salonda. Ardından Sabahattin Ali’nin Sinop Cezaevinde yazdığı türküye geçiliyor:

Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma

Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma.

Sonra Mehmet ile Hasan, 12 Eylül 1980 darbesi öncesi yıllarda söylenen, Nevşehir Hacıbektaş ilçesinde doğup  büyüyen, Hacıbektaşlıların evladı, Türkiye Devrimci hareketinin önderlerinden Ulaş Bardakçı’nın katledilmesi üzerine yakılan bir ağıta başlıyorlar:

Hele Ulaş’a Ulaş’a
Ulaş benzerdi güneşe
Ulaş gardaş can veriyor
Yüreğim düştü ateşe.

Ulaş’ın elinde mavzer
Mavzeri türküye benzer,
Bizimkiler böyle ölür
Böyle ölür bizimkiler

Tohumlar düştü toprağa
Donandı yeşil yaprağa
Kurban olam kurban olam
Seni yaratan toprağa

Nursel hiç ara varmeden, ta yüreğinin derinlerinden, hatıralar denizinin derinliklerinden gelen bir başka ağıta başlıyorlar. Nursel’e hemen Kazım, Zehra, Cahide, Aydın, Ali Güney, Arpi katılıyor. Sonra hepimiz, hep bir ağızdan haykırıyoruz:

Şarkışla’ya düşürmesin
Allah sevdiği kulunu
Gemerek’te çevirmişler
Deniz Gezmiş’in yolunu…

Dezin’in türküsü denizleştiriyor, gençleştiriyor saçları ağarmış, yüzlerinde hasretlerin, özlemlerin resmi çizilmiş 12 Eylül sürgünlerini…

Mustafa da coşmuş, göz yaşlarını içine akıtarak haykırıyor:

 

Dağların olayıydım
Okur-yazar olaydım
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım
Yusuf mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım

 

Mehmet, “Hoca, Ege Denizi Kararınca’yı söylemek istiyorum!” diyor, liseli bir gencin direnci ve sevdasıyla…

“Sen başla Memet, birlikte söyleriz!”

Ege denizi kararınca
Dağlar uykuya dalar
Yine sessiz ovalarda
İsyan ateşi yanar

Tarlalardan çıkanlarla
Fabrikadan çıkanlar
Yemin ettik biz devrimciler
Faşizmi yıkmaya

Türküler türküleri, sözler sözleri, hatıralar hatıraları çağrıştırıyordu.

Hasan Şahin ayağa kalktı. Yüzü ağarmış, gözü hüzünlü ve çok uzaklara bakar gibiydi.

“Arkadaşlar, müsadenizle sizlere içimden gelenleri söylemek istiyorum!” dedi. Bir anda salonda sessizlik oldu. Çık çıkmıyordu.

“Arkadaşlar, ben Viyana’ya daha önce birkaç kez gelip gitmiştim. Burada kuzenim var. Onu ziyarete gelmiştim. Ama ben o zaman Viyana’ya sadece bakmışım. Viyana’nın güzelliklerini görememişim. Bu sefer bize rehberlik eden arkadaşlarımın sayesinde Viyana’yı gördüm ve yaşadım.

Bu sefer beni mutlu eden sizler oldunuz! Bu akşam ben çok mutlu oldum. Bu akşam ben çok uzaklara, çok yıllar öncesine,  çocukluğuma, gençlik yıllarıma gidip geldim. Ben çok yoksul bir ailenin çocuğuyum. Babam köyde geçinemeyince Ankara’ya gelmiş. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde hademe olarak iş bulmuş. Benim çocukluğum bu nedenle Orta Doğu’da, devrimci abilerin, devrimci ablaların arasında geçti. Ben bu akşam burada haykırdığımız devrimci marşları, türküleri Orta Doğu’da abilerimle, ablalarımla birlikte haykırmıştım.

Benim babam, hademeydi; benim babam sendikacıydı. Bu nedenle benim babam katledildi. Babamın katledildiğinde ben sekiz yaşındaydım. Babamı kimler niçin, neden öldürmüştü? Benim babam dünyanın en iyi babasıydı!”

 

Hasan kendini zor tutuyor. Hiç büyümemiş, babasını kaybettiği günde donmuş kalmış hayatı, düşü, düşüncesi… Hepimizin kalbi Hasan’ın kalbiyle çarpıyor, hepimizin göz yaşları Hasan gözyaşlarıyla birlikte akıyor içimize… Sadece Arpi tutamıyor gözyaşlarını… Dudaklarını ısırıyor, açıverse avaz avaz bağıracak, ta Malatya’da yankılanacak…  Kendini, kardeşlerini kaçırmaya gelen gözü dönmüş kişiler, teyzesini öldürmüşler, annesini de yaralamışlardı. Bu ölüm, bu barbarlık onun hayatını değiştirmiş, Malatya’dan İstanbul’a, oradan da Viyana’ya kuru bir yaprak gibi savurmuştu tüm Çıtak ailesini.

Hasan, babasız, Arpi de teyzesiz kalmıştı. Bu acılar yüzünden babası erkenden bu dünyaya doyamadan bir var, bir yok  olmuştu…

Şimdi titremeye başlamıştı. Hep böyle olurdu zaten o ölüm olayını hatırladığında… Mehmet fark etti, eşinin durumunu, onu bağrına bastı, güç vermeye çalışıyordu.

Hasan da ayakta zor durmaya çalışarak anlatıyordu kimselere anlatamadığı içini yakıp köz eden acılarını, acılarının sebeblerini…

“Babam ölünce bir avuç çocuk dökülüp kaldık ortalıkta… Ben sekiz yaşındayım. Nasıl geçineceğiz? Bilmiyorum. Elde avuçta tek kuruş yok! Annem, evimizin direği annem, hayatında hiç başkalarının işinde çalışmamış annem, iş aramaya başladı. Orta Doğu’da bir hademelik işi buldu. Mektup dağıtmak da onun işiydi. Fakat annemin okuma yazması yoktu. Mektuplar dağıtılacağı zaman ablalardan yardım diler, “şu mektup kimin, okuyuverin,” derdi. Bir gün, iki gün derken, yavaş yavaş, harf harf söktü okumayı annem.”

Bana o günlerde  yardım eden devrimci abilerim vardı. Bana ortaokulda, lisede yardımcı oldular. O abilerden biri Abidin Abi idi. Abidin Abi, abilerin en iyisiydi benim için!

Ben onu 12 Eylül sonrası kaybettim. 35 yıl geçti aradan. Hep onu arıyorum. Duydum ki Viyana’daymış! Evlenmiş. Eşinin adı Gül idi. Görsem ikisini de tanırım. Belki onlar beni tanıyamaz, ama ben onları tanırım. Arkadaşlar bana Abidin Abi’yi bulun! Gül Abla’yı bulun!  Abidin Abi’yi bulmadan gitmeyeceğim Viyana’dan!

Hasan ağlıyor! Yeter ağlıyor. Arpi, Maryam ağlıyor…

Arpi göz yaşlarını silerek, “Hangi Abidin?” diye soruyor.

“Orta Doğulu, Dev-Yolcu Abidin!”

“Söz bulacağız, Abidin Abini!”

“Telefonunu bilen var mı?”

“Bilmesek de sora sora buluruz Abidin’i”

“Abidin, Viyana’da yaşıyordu eşiyle!”

“Müfid’i bulacağız!”

“Bulacağız senin Abini!”

 

Sonra isteyen herkes duygularını, düşlerini, düşüncelerini dile getirdi. Hasan bir türkü daha çalıp söyledi…

Sonra genç bir garson, “Ben bugüne kadar böyle bir akşam yaşamadım, sizler  gibi konuşan, türkü söyleyen görmedim. Sağ olun, bizler de sizlerden çok memnun kaldık. Müsade ederseniz ben bir halay kaseti koyayım müzik setine. Hep birlikte oynayalım, sonra vedalaşalım biribirimizden,” dedi.

Delilo ile başladı halay!

Hasan, halayın başına geçti. Hasan’nın elinden Arpi, Arpi’nin elinden Mehmet, Mehmet’in elinden Yeter… El ele, yürek yüreğe, hep birlikte…

Elvada dostlar!

Elveda arkadaşlar!

Sizi de bekleriz Dortmund’da!

 

 

21 Nisan 2011, Perşembe…

 

Kahvaltıdan sonra odaları boşalttık. Bavullarımızı otelin emanetine koyduk. Mustafa otele gelmişti. Son günde bize rehberlik yapacaktı. Hep birlikte şehir merkezine gittik. Arpi’den beklenen telefon geldi. Abidin, on günlüğüne Türkiye’ye gitmiş. Abidin ile Gül ayrılmışlar birbirlerinden. Hasan’ı Gül bekliyormuş. Ana kilisenin önünde Hasan, Yeter, Dilara grubtan ayrıldılar, Gül’ü görmeye gittiler.

Akşam saat 19.00’da otelde buluşmak, havalanına gitmek üzere üçerli, beşerli gruplara ayrıldık. İsteyen istediği müzeyi gezecek, isteyen istediği gibi gezecekti.

Hasanlar otele erken döndüler. Hasan’ın yüzü gülüyordu.

“Abidin Abi’yi göremedim, ama Gül Abla’yı gördüm. Hiç değişmemiş. Ben onu görür görmez tanıdım. İçimdeki hasretin yarısı bitti. Ama birgün mutlaka Abidin Abi’yi de göreceğim,” diyordu.

Uçak, tam 9.50’de havalandı. Viyana kanatlarımızın altında bir ışık denizi olmuş, sonsuzluğa doğru dalgalanıyordu.

Viyana’ya dostluk, barış, sanat, kültür için gelmiştik. Viyana’dan dostluk, sevgi, barış kültürü ile zenginleşerek, birbirimizi biraz daha yakından tanıyarak Köln’e doğru, Avrupa semalarında uçuyorduk.

 

Bochum, 13 Mayıs 2011                                       Kemal Yalçın