Geziler

Kudüs’te Zeytunlu Hagopların Evinde

Zeytunlu Hagop, seramik ve çini ustası. Atölyesinde biribirinden güzel eserler, hediyelik seramik eşyalar üretiyor. Kullandığı renkler çoğunlukla mavi, yeşil, kırmızı. Laleler, sümbüller, karanfiller; özellikle de nar ve nar çiçeği.

“Neden nar  ve nar çiçeği?” diye sordum.

“Nar bereketin, bolluğun, rafahın; bir iken bin olmanın sembolüdür.” cevabını verdi.

Hagop’un eşi Armine, Arapça öğretmeni. Ermeni okulunda çalışıyor. Güleryüzlü, candan bir insan. Türkçeyi Hagop’a göre çok daha iyi konuşuyor. Annesinden, babasından öğrenmiş. Arada sırada da Türk televizyon kanallarını seyrediyormuş. Babaannesi Maraşlı, anneannesi Antepliymiş.

Hagop ile Armine’nin üç kızları olmuş. İkisi Ermenistan’da üniversitede okuyormuş. En küçükleri Kudüs’te liseye gidiyor.

Sırpazan ile beni evlerine, öğle yemeğine davet ettiler. Evleri Sultan Süleyman’ın yaptırdığı surların hemen dibinde.

Armine’nin hazırladığı Maraş, Antep yemeklerini yiyorduk. Ermeniler arasında bir sofra adabı var. Sofrada bulunanlar ev sahibinden başlıyarak duygularını, düşüncelerini dile getiriyor ve kadehlerini konukları şerefine kaldırıyor.

Bu gelenek uyarınca önce Zeytunlu Hagop ayağa kalktı; ev sahibi olarak bizleri selamladı. Duygulu, gönülden gelen güzel sözler söyledi ve konuşmasını şu cümlerle bitirdi:

“Benim dedem evime bir Türk aldığımı görseydi beni evlatlıktan atardı; yirmi sene önce evime bir Türk misafir gelecek olsaydı içeri alıp almamayı düşünürdüm; ama şimdi sizleri tanıdıktan sonra kapımı Türklere seve seve açarım! Kadehimi Türklerle Ermenilerin dostluğu için kaldırıyorum!”

 

Armine’nin pişirdiği yaprak sarmaları, içli köfteler harikaydı.

Ramgavar Başkanı Hagop Shohmelian ayağa kalktı. Bizleri selamladı. Türkçe olarak şunları söyledi:

 

“Türklerle Ermeniler yüzyılarca beraberce, iç içe yaşamışlardır. Aramızda çok büyük acılar yaşanmıştır. Ama bu acıları, bu gerçekleri oturup konuşmalıyız. Türklerle Ermeniler arasında dostluk ve muhabbet olmalıdır. Dostluk ve barış hepimizin yararınadır. Kadehimi dostluk ve barış için kaldırıyorum.”

Kadehlerimizi dostluk ve barış  için kaldırdık.

Yemek süresince sofrada bulunanlar duygu ve düşüncelerini dile getirdiler.

Sonra Armine “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım!” diye gülümseyerek kendi eliyle yaptığı tatlıları masaya getirdi.

Tatlıları yerken Türkçe türkü ve şarkılara başlandı.

Beşirili Rahib, çok güzel şarkı söylediğinden, kilise korosunu yönettiğinden kendisine rahiplik ismi olarak “Ozan” adı verilmiş.

Rahip Ozan, “Sarı Gelin-Sari Gyalin” adlı kitabınızda Ermeni Halk ozanı Sayad Nova’dan bahsediyorsunuz. Bu nedenle ben de size ondan bir halk türküsünü söylemek istiyorum.” diyerek  Sayad Nova’nın  “Senin gibisi yok dünyada!” adlı türküsünü seslendirdi. Sonra kısaca Sayad Nova’yı andı:

“O türkülerini Ermenice, Türkçe, Azerice, Gürcüce söylemiş. 16. yüzyıldaki Aşuğ geleneğinin en önemli ozanlarından biridir.” dedi.

Türküler türküleri, sesler sesleri çağrıştırdı.

Sırpazan:

“Benim annem ‘Kezibağlarında dolanıyorum’ türküsünü çok söylerdi.” diyerek annesini andı. Sırpazan’ın annesi için Kezibağları’nı söyledik.

Armine:

“Benim babam çok türkü söylerdi. Ben türkü söylemesini ondan öğrendim.” diyerek başladı türküye:

“Ne sen gelin oldun

Ne ben güveyi

Onun için kapanmıyor gözlerim”

 

Sonra babasınının en çok sevdiği başka bir türküye başladı:

“Aynaya baktım saç beyaz olmuş

Neden rengin sararıp solmuş?”

 

Yemekten ve türkülerden sonra sohbetimize devam ettik.

Hagop, duvarda asılı duran Zeytun tablosunu göstererek dedesinin, babasının geldiği yerleri anlattı. Bir ara gözleri yaşardı. Sesi titremeye başladı. Kalktı, çalışma masasının üstünde duran ciltli, kalın bir kitabı eline aldı.

“Bu kitabın adı: Zeytun Tarihi. 1960 yılında Arjantin’de, Buenos Aires’te Ermenice olarak yayınlanmış. İçinde Ermenice harflerle yazılmış Türkçe destanlar, şiirler de var. Sana bir Türk askerinin yazdığı, 1895 Harbini anlatan bir destanı okumak istiyorum.” dedi.

Başladı destanı okumaya.

“Dur” dedim, “unuturum sonra, hemen yazayım!”

 

Antep ellerinden vardım Maraş’a

Görki neler geldi şu sefil başa

İslam ayaklanmış Zeytun’a karşı

Dediler ki sen de gel göresin

 

Şam’dan ve Halep’ten geldi askerler

Beni de tabura dahil ettiler

Padişahtan ferman gelmiş dediler

Zeytun’u vurmağa gel ki göresin

 

Cihan köprüsünde ordu kuruldu

Cehar köşelerinden İslam cem oldu

Adana’dan dahi bir büyük ordu

Dediler ki hazır geldi göresin

 

Ne vakit göründü Zeytun’un dağı

İlk de arş olundu Pertiz uşağı

Çözüldü çokların dizinin bağı

Kurulan cenkleri gel ki göresin.

 

Osmanlı askeri taburla durdu.

Ordudan orduya boru çalındı

İki ordu birden hücum eyledi

Düşen şehitleri gel ki göresin

 

Dağlardan dağlara toplar atıldı

Düşman başımıza gülle yağdırdı

Nice nice analar ağladı

Ana baba günü gel ki göresin

 

Ordular Zeytun’a varıp yanaştı

Düşman gelip karşımıza dayandı

Esir düşen askerleri hep kırdı

Esirlerin halini gel ki göresin

 

Kış gelipte yüce dağlar karardı

Düşman yenilip de teslim olmadı

Maraş da yaralılar ile doldu

Yaralıların haline gel ki göresin

 

Konsoloslar gelip düştü araya

Padişah eyledi affı şahane

Zeytun kaldı eski halinde

Altı konsoloslar gel ki göresin

 

Antep elinden ben de bulundum

Bu alametlerin hepsini gördüm

Düşman dolusu ben dahi içtim

Zeytun’da bir hikmet var gel ki göresin

 

Aynı olaylar hakkında bir de “Asadur Bey Balcıyan Destanı” var. O da olayları şöyle anlatmış:

 

Bertis çayına geldim oturdum

Askerimi Zeytun’a getirdim

Hıristiyan milleti hep batırdım

Şükür mirsıma yetmedim mi ben?

 

Gülvanesoğlum der ki zahar yalansın

Doğrusunu söyle beynimi kansın

On bin idim yüz bin desem

Mert gibi yamacına durmadım mı ben?

 

Ferit Paşa dedi daha genç yaşım

Ehli hal üstüne nizamsız işim

Raleye döndürdüm toprağı taşı

Zeytun’u hisara alamadım mı ben?

 

Nazara çavuşum gel ki Ali Beyim

Konakta seslenir kayfe dibeğim

Galilem doldurdum pişin daşı

Konsol suvalını vermedim mi ben?

 

Ethem Paşa derki geldim ulaştım

Konsollar ile şurut barıştım

Elbistan şehrinden de bir yol açtım

On kişi kurbana almadım mı ben?

 

Balcıoğlum der ki zaten ünüm var

Mecliste söyliyecek dilim var

Zeytun derler bir küçücük elim var

Silah başına salmadım mı ben?

 

Ethem Paşa der ki ordum gitmedi

Boru çaldım da düdüklerim ötmedi

Elbistan ağaları beni takmadı

Deşirip onları dutmadım mı ben?

 

Asımoğlu der ki aldım gulayı

Orduna göndereyim delileri

Ali Bey de yeni buldu belayı

Zemheri de donduğunu görmedim mi ben?

 

Ali Bey der ki çirkin işlerim,

Bu yıllık Zeytun’da kışlarım,

İbtida gargalardan başlarım,

Bağınız avazıma almadım mı ben?

 

Antreasoğlu der ki yakın baharım,

Döğüşe varırsam açılır zarım,

İsmim garga diyor kendim şahanım,

Yüzbin askerine vurmadım mı ben?

 

Ali Bey der ki dürbün ile bakarım

Fırsat bulsam şu Zeytun’u yakarım

Süranoğlu yerine de tütün dikerim

Galede nişanımı görmedim mi ben?

 

Sürenoğlu der ki yeter yalanın

Şimdi ettireyim seni talanı

Arkana vereyim eşek palanı

Geç kıraç yerleri geber acından

 

Guldavut da bunu böyle söyledi

Enip aşkın diyarını boyladı

Fukara idaresi bahçe bağıdır

Onu da batırdı Kör Ferit Paşa