Eğitim

Almanya’da Türkçe Anadil Eğitimine büyük Emek veren Bilge Atay ile Mete Atay’ın hayatları, eserleri, çalışmaları…

2003 yılında çıkan “Almanya’da Türkçe Anadil Eğitimi ve Anadile Emek Verenler” adlı kitabımda yayınladığım Bilge Atay – Bilge Atay Bölümünü aynen tekrar yayınlıyor, okuyucuların bilgisine sunuyorum.

Bilge Atay ve Mete Atay, Almanya´daki ve Yurtdışındaki Türkçe Anadil Dersleri için en çok emeği geçenlerdendir. Uyumlu, huzurlu, birbirini seven bu iki güzel insan öğretmenlik yaptılar; 30 kadar ders kitabı, çalışma kitabı, yardımcı kitap yazdılar ve tüm bu zor işlerin yanında Ulaş ile Günseli´yi dünyaya getirdiler, büyüttüler.

Hâlâ bu işlere devam ediyorlar. Yapacak çok işleri var daha. Daha güzel, daha çağdaş Türkçe dil kitapları yazmanın düşü, heyecanı, hazırlığı içindeler.

Yazdıkları “Yaşayan Dilimiz Türkçe” kitaplarını okuturken yüzlerini görmeden, seslerini duymadan tanıştım Ataylarla. Sonra Almanya´da haftalık çıkan “Cumhuriyet” gazetesindeki köşe yazılarındaki görüşleriyle, düşünceleriyle düşünsel birlikteliğimiz gelişti. 2001 yılı yaz tatilinde, Fethiye´de, Kayaköy´de yaptığım okuma gününde  ilk kez Ataylarla gözgöze geldik. Fethiye´nin denizi gibi mavi bir huzur, güneşi gibi dost sıcaklığı vardı gözlerinde. Kanımız kaynayıverdi birbirimize.

Anadil eğitimi ve Türkçe ders kitapları hakkında konuşmak üzere eşimle birlikte 29 Eylül 2002 günü Unkel´e gittik. Uzun konuşmamızı evlerinde ve Ren nehri kıyısında yaptık.

Biz su gibi akıp giden yılları, Türkiye´deki öğretmen mücadelesini; olaylı, acılı yılları anarken, Koca Ren, bağırıp çağırmadan, kendinden emin, ağır başlı büyük bir güçle  okyanusa doğru akıyordu.

Kentler hane sayılarıyla değil, yetiştirdikleri büyük insanlarla, tarihin gelişimindeki yerleriyle büyüyor.

 

 

Unkel Ren kıyısında küçücük bir köy. Ama Hitler´e karşı gelmiş, direnmiş Köln Belediye Başkanı Adenauer bu köydeki küçük bir manastırda gizlenmiş. Hitler faşizminin yıkılmasından sonra Almanya´nın ilk başbakanı olmuş. Unkelliler yaptıklarıyla gurur duyuyor.

Almanya tarihinde, Almanya´nın Almanya olmasında büyük etkisi olan; ilk kez Varşova´ya gidip, Yahudi Soykırımı suçunu işlemiş Almanya adına diz çöküp Yahudilerden ve tüm insanlıktan özür dileyen ve bu soylu tavrıyla Almanya´nın alnındaki kara lekeyi silmeye çalışan Sosyal Demokrat Parti Başkanı Willy Brandt´ın evi Atayların evinin yakınında.

Ünlü Alman yazarlarından Leonhard Reinirkens, Atayların kapı komşusu. Türk ve yabancı işçilerin çalışma koşullarını gözler önüne seren, “En Alttakiler” adlı eseriyle dünyada ünlenen Günter Wallraf ise mahalle komşuları.

Ataylar önce yaşadıkları dünyayı;  sonra da kendi dünyalarını anlattılar.

Almanya´ya gelişlerine kadar yaşadıklarını ben anlatacağım. Sonrasını Atayların kendilerinden dinleyeceğiz.

 

Bilge ve Mete Atay kimdir?

 

Bilge Atay, 1951´de Fethiye´de; Mete Atay  ise, 1948´de Fethiye´nin Kemer bucağında dünyaya geldiler. 1973´de evlendiler. 30 yıldan beri gönüllerindeki bahar, ellerinde açan güneş solmadı.

Bilge Atay´ın dedesi medresede okumuştu. Babası öğretmendi. Bilge, gözünü kitaplar içinde açtı. Babası Türkçe sevdalısıydı. Türk Dil Kurumu´na sözcükler topluyordu. Topladığı birçok sözcük “Tarama Dergisi”nde yayınlanmıştı.

1963-1970 yıllarında eski bir köy enstitüsü olan Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu´nda yatılı okudu. Bu yıllar 27 Mayıs 1960 İhtilali´nin ve 1961 Anayasası´nın etkisiyle Türkiye´nin, okulların, öğrencilerin hızla aydınlandığı; beyinlerin çiçeklendiği yıllardı. Ortaklar Öğretmen Okulu´nda kitaplık kolunda çalıştı. Hem okudu, hem de arkadaşlarına okuttu. Türkiye´de on yıl öğretmenlik yaptı.

Bu on yılın anıları aklına geldikçe mutlulukla dolar yüreği… Ne güzel, ne umutlu ve ne kadar sevgi ve sevinç dolu yıllardı o yıllar…

Mete Atay da kitaplar, gazeteler içinde büyüdü. Mete´nin çocukluğunda Kemer´in adı Seydiler´di. Seydiler o zamanlar adı sanı duyulmamış, küçük bir köydü. Mete´nin babası Adil Atay, Seydiler´in ilk ehliyetli şoförü ve köye ilk kamyonu getiren kişiydi. Cumhuriyet Halk Partisi´nin delegesi olarak çevresinde siyasi yönden etkindi. Kendi çapında o zamanki baskıcı Demokrat Parti iktidarına karşı mücadele vermişti.

Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi, Seydilerli olduğundan, köydeki okur yazarlara, akrabalarına hergün Cumhuriyet gönderiyordu. Şoför Atay da, Cumhuriyet, Demokrat İzmir gazetelerini, CHP´nin yayın organı Akis dergisini; Akbaba, Karagöz gibi mizah dergilerini düzenli olarak okuyordu. Evde bir kitaplık dolabı vardı.

Mete, Ortaokul´u Fethiye´de okudu. Yazmaya ortaokul yıllarında başladı.  İlk şiirleri, o yıllarda Fethiye´de yayınlanan “Cıvıltı” adlı bir çocuk dergisinde çıktı. Bu dergide Bilge´nin de şiirleri yayınlanmıştı.

Mete, ilk yazısı yayınlandığında kuş olmuş Fethiye körfezinin, Seydiler´in üstünde uçmuştu.

“Baba, baba! Bak yazım yayınlandı gazetede!”

“Aferin! Yazar olacak benim oğlum!” diye okşamıştı sıcak ve nasırlı elleriyle Mete´nin başını.

Evet, şiir yazacak, kitap yazacak, yazar olacaktı… Şiirleri bayramlarda okunacak, dizeleri yankılanacaktı dağda taşta…

“Yazar olmak için çok okumalısın!” diyordu hem öğretmeni, hem de babası.

1965 yılında, Nazilli Öğretmen Okulu´na girdi. Öğrencilerin çoğu Fethiyeliydi. Bazılarını ortaokuldan tanıyordu. O yıllar öğretmen okullarının gerçekten okul olduğu yıllardı. Öğretmenleri seçmeydi. Öğrencileri seçmeydi. Öğretmenler ve öğrenciler çok okuyordu. 2002 yıllarındaki eğitime göre, çok daha çağdaş, çok daha demokratik bir eğitim yapılıyordu öğretmen okullarında.

Öğrencilerin söz hakkı vardı. Öğrenci örgütü öğretmenler ve yöneticiler tarafından destekleniyor; öğrencilerin öğrenci örgütünde görev almaları teşvik ediliyordu. Görev alanlar, öğrenciler tarafından sayılıp seviliyordu.

Mete, öğretmen okuluna  gelir gelmez, henüz on altı yaşında iken Fethiyeli arkadaşlarının desteğiyle öğrenci örgütüne seçildi. Okul Güzelleştirme Kolu Başkanı oldu. Öğrenciliği ve başkanlığı seve seve, başarıyla yürütüyordu. Üstlendiği sorumluluk onu erkenden olgunlaştırdı.

Sadece Nazilli Öğretmen Okulu´nu değil, köyünü, kentini ve Türkiye´yi güzelleştirecekti. Ama nasıl? Neyle? Kiminle? Sorular büyük, Mete küçüktü henüz! Okudukça, öğrendikçe artıyordu heyecanı.

Nazilli Öğretmen Okulu öğrencileri “AK” adlı aylık bir gazete çıkarıyorlardı. Mete Türkiye´yi, Nazilli´yi, Seydiler´i güzelleştirmek için şiirler, yazılar yazdı “AK”ın beyaz sayfalarına. Tertemiz, bembeyaz düşler, düşüncelerdi bunlar…

1961 Anayasası ile öğretmenlere Türkiye´de ilk kez sendika hakkı verilmişti.  Türkiye Öğretmenler Sendikası´nın (TÖS) Genel Başkanı Fakir Baykurt´tu. Öğretmenler Türkiye´yi aydınlatmak için hem okulda, hem de okul dışında umutla, bilinçle çalışıyorlardı.

TÖS Nazilli Şubesi Ege Bölgesi´nin en aktif şubelerindendi. TÖS´lü öğretmenler Öğretmen Okulu´ndaki öğrencilerle yakından ilgileniyor; ilgi duyan öğrencileri seminerlerine çağırıyor;  onlara TÖS´ün yayınladığı eğitim broşürlerinden veriyorlardı.

Öğretmen Okulu artık Metelere dar gelmeye başladı. Arkadaşlarıyla hafta sonlarında TÖS´ün eğitim seminerlerine katılmaya başladılar. Bir süre sonra Nazilli de dar geldi. Çevre illerdeki toplantılara, seminerlere gidip gelmeye başladılar. Ama derslere boş vermek yoktu. Öğretmenleri “Önce ders, sonra iş!” diyordu.

1967´de Adalet Partisi tek başına iktidara geldi. Demirel başbakan oldu…

İşler birden bire karıştı. Okumak, düşüncesini söylemek, örgütlenmek, siyasetle uğraşmak, TÖS´ün seminerlerine katılmak suç oldu.

Yeni ders yılındaki öğrenci örgütü seçimleri, aday listelerin siyasi tartışmasına dönüştü. Okul yönetimi Metelerin görüşlerini beğenmiyor;  her birini okulun siyasi elebaşıları olarak karşısına alıyordu. Birgün okul dışındaki bir olayı vesile ederek on bir öğrenciyi disiplin kuruluna verdiler. Mete, elebaşılardan sayılıyordu. Disiplin Kurulu hepsine “Süresiz tart” yani “Süresiz okuldan uzaklaştırma” cezası verdi.

Cezalar derhal uygulandı. Mete ve arkadaşları gözleri okulda kalarak köylerine gittiler. Arkadaşları garajı doldurmuş, sürgünleri uğurlamaya gelmişlerdi.

“Mete okuldan atılmış!”

Nazilli´den esen bir rüzgâr götürüyordu bu haberi… Rüzgârın değdiği her varlık, insanlar, hayvanlar, otlar, ağaçlar, dağlar, taşlar kendi diliyle iletiyordu sanki bu acı haberi.

“Mete okuldan atılmış!”

Mete´den önce vardı haberi Seydiler´e… Seydiler çalkalandı Mete gelinceye kadar.

Anası Ayşe ağlıyor; babası “Dur bakalım! Oğlan gelsin de, sorup anlayalım aslını astarını!” diyordu.

Mete, önce babasına anlattı olanları. Anası, kardeşleri ağlıyordu.

“Susun” dedi. “Susun! Benim oğlum, hırsızlık yapmamış, namussuzluk yapmamış! Tüyü bitmedik yetim hakkını yememiş! Üzülme benim kara yiğidim! Her gecenin bir sabahı vardır! Bu dünya Sultan Süleyman´a kalmamış, Ispartalı Süleyman´a hiç kalmaz! Gider sorarım seni okuldan atanlara. Ararım hakkını…”

Mete´nin sıkılan dişleri gevşedi. Babası arkasındaydı. Artık sırtı yere gelmezdi…

Köylü milletine güven olmaz! Adamı vezir de ederler rezil de! Yaz tatilinde kahvede Türkiye´yi nasıl kurtaracaklarını anlatırken bıyık altından gülüp:

“Yaşa Mete! Var ol!”

“Başbakan sen olmalıymışsın!”

“Kur partini! Oyumuz sana!”

diyenler, şimdi Mete´nin, babasının kulağına sokarcasına evden eve, harımdan harıma sesleniyorlardı:

“Duydun mu, duydun mu?”

“Duymadım, duymadım!”

“Şoförün oğlunu atmışlar!”

“Asmışlar mı?”

“Daha değil, daha değil! Atmışlar atmışlar!”

“Denize mi?”

“Cehennemin dibine!”

“Eee! O kadar olacak! Erken öten horozun başını keserler.”

“Türkiye´yi kurtarmak ona mı kaldı?”

Karıncanın kardeşi, Mete´nin de aslan gibi ağabeyi Mehmet vardı. Haberi duyar duymaz Üniversitedeki derslerini bırakıp Seydiler´e geldi.

Çevre köylerden Mehmet´in arkadaşları geldi. Mete´yi aralarına alıp sarkık bıyıkları, yeşil parkalarıyla sokakları, kahveleri dolaştılar.

Çürük yumurta gibi kokanların sesleri çabuk kesildi.

Beş hafta sonra, Meteleri yeniden okula çağırdılar. Evleri düğün evine döndü. Cumhuriyet gazetesi okuyanlar, gençler, akrabaları uğurladılar Mete´yi. Babası kendi götürüp bindirdi Nazilli arabasına. Adı gibi, Adil ve akılcı davrandı oğlunun başına gelenler karşısında…

Cezalı on bir öğrenciyi yeniden yargıladılar. Mete´yi ve üç arkadaşını Türkiye´nin dört bir yanındaki öğretmen okullarına sürdüler.

Disiplin kurulu öğlen toplanmıştı. Karar bir saate alındı. Karara itiraz hakları yoktu. Anında uygulamaya kondu. Meteleri arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle vedalaşmaya bile bırakmadılar. Okula polis çağrıldı. Her biri ayrı ayrı ikişer polise teslim edildi. Polisler sürgünleri apar topar, tek tek garaja götürdü. Gidecekleri şehrin otobüslerine bindirdi.

Garaja sokulmayan Nazilli Öğretmen Okulu öğrencileri otobüsün geçeceği yolun iki tarafını doldurmuşlardı. “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar!” marşı eşliğinde el sallıyorlardı. Ne vefalı, ne candan arkadaşlardı bunlar… Mete yerinden kalktı, ön pencereden el salladı. Gözlerinden akan yaşları yerine oturunca sildi…

Mete, Perşembe Öğretmen Okulu´na sürülmüştü.

1967 yılının güz günlerinden biriydi. Ankara üzerinden aktarmalı olarak Perşembe´ye gidecekti.

Otobüsün penceresinden Aydın dağlarına, Menderes ovasına ve ağaçların sararmış yapraklarına bakıyordu. Aklına türküler, marşlar geliyordu.

 

İzmir´in kavakları

Dökülür yaprakları

Bize de derler Çakıcı

Yıkarız konakları!

 

Bir ara Çakıcı Mehmet Efe olup dağlara çıkmak istedi. Çıkacak dağa, inecek şehre, dikilecek karşılarına, haksız yere sürenlerden hesap soracaktı…

Öğretmeni tuttu kolundan…

“Efelik zamanı geçti Mete!” dedi, “Bak sana bir gerçeği anlatayım: Çakıcı Memet Efe´nin şu gördüğün Aydın dağlarının hakimi olduğu günlermiş. Emri demiri kesiyormuş. Haksızlık edenin canını alıyormuş. Bir gün demişlerki, `Efe, yeter gayrı öldürdüğün. Bu işin başka yolu yok mu?´ ` Var demiş var: İnsanlar iki türlü yönetilir; ya ilimle ya zulümle! Bana ilim öğretmediler. Elimden gelen bu!”

Mete, vazgeçti Aydın dağlarına çıkma düşünden. İlimle yönetecek, ilimle aydınlatacaktı dünyayı!

Perşembe Öğretmen Okulu… Çok zordur kavgada yenilip sürgüne düşmek! Sudan çıkmış balığa döner insan! Hele sürülen gencecik bir insan, henüz meyveye duramamış bir çiçekse ölümden beter gelir sürgündeki ilk günler… Mete sürgüne de alıştı zamanla. Yüzü güldü. Dalları çiçeklendi. Türkiye´yi, dünyayı, Seydiler´i güzelleştirmek için düşünmeye, yazmaya, okumaya devam etti. Hep edecekti…

Okulu başarıyla bitirdi. Önce Denizli´nin Buldan ilçesine, sonra sırayla Isparta Er Eğitim Okulu´na, İzmir´e, Fethiye´ye atandı.

TÖS kapanmış, öğretmenlerin sendika hakları ellerinden geri alınmıştı. TÖS yerine Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) kurulmuştu.

Mete, Fethiye TÖB-DER Şubesi´nin başkanı oldu. 1979´da Almanya´ya gelinceye kadar bu görevini yürüttü. “Dost” adlı bir dergi çıkardı. Yazılarını bu derginin sayfalarında yayınladı.

 

 

Mete Atay ile Bilge Atay´ın Almanya´ya gelinceye kadarki yıllarından manzaraları anlatmaya çalıştım.

Almanya´da geçen yaşamlarını, öğretmenliklerini ve Türkçe anadil kitapları yazma uğraşlarını kendileri anlatacaklar. Sorularımı cevaplayacaklar:

 

 

 

Türkçe ders kitabı yazma düşüncesi nereden geldi?

Nasıl gelişti?

 

Mete Atay:

 

1979 yılı sonunda Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Almanya´ya gönderildim. Bilge, bir yıl sonra geldi. 1980 yılında öğretmenliğe başladım. Aralıksız bugüne kadar görevimizi sürdürdük. Emekliliğimize az kaldı.

1980´lerde Türkçe ders kitapları Türkiye Millî Eğitim Bakanlığı tarafından gönderiliyordu. Bu durum, çeşitli sakıncaları, uyumsuzlukları, zorlukları beraberinde getirdi. Türkiye´den kitaplar zamanında gelmiyordu. Dağıtımı iyi yapılmıyordu. Örneğin, Mainz Konsolosluğu kitap bulamazken, Köln Başkonsolosluğu´nda kitap koyacak yer bulunmuyordu.

Türkiye´den gelen Türkçe kitaplarının dil seviyesi, içeriği, biçimi, kağıdı, baskısı, üniteleri, okuma metinleri  ve ders yöntemleri Almanya´daki çocuklara uymuyordu. Bu uyumsuzluklar hem öğretmenlerin işini zorlaştırıyor, verimi düşürüyor; hem de çocuklarda Türkçe derslerine karşı bir isteksizlik, bir tepki doğuruyordu. Bu uyumsuzluklar bazen velilerin de tepkilerine yol açıyordu.

Öğretmenlik deneyimlerimiz ve bilgi birikimimizle bu çelişkiye, bu uyumsuzluğa Bilge ile birlikte çareler, çözüm yolları aramaya başladık. Öncelikle kendi derslerimizi, hazırladığımız metinlerle, buraya uygun yöntemlerle yapmayı denedik. Olumlu sonuçlar aldık.

1981 yılında, bir gün Köln´e Millî Eğitim Bakanlığı Müşteşarı Bahri Sorguç gelmiş. Köln Başkonsolosluğu´na bağlı tüm öğretmenleri çağırdılar.

Söz aldım. Toplantının gündemine uygun olarak Türkçe derslerinin nasıl olması gerektiğini; Almanya ve yurtdışındaki çocuklar için özel kitaplar yazılmasının aciliyetini örnekleriyle anlattım.

Toplantı sonrası Müsteşar beni yanına çağırdı:

“Düşüncelerinizde, eleştirilerinizde, önerilerinizde çok haklısınız.” dedi. “Buraya özgü kitaplar yazılmalı. Türkiye´ye gidince bakanıma ve diğer yetkililere söylediklerinizi ileteceğim. Sonucu en kısa zamanda size bildireceğim.”

Müsteşarla konuşmamızı dinleyen biri, daha sonra yanıma geldi. Kendini tanıttı:

“Ben Tarık Önel. Eskiden Düsseldorf Başkonsolosluğu Eğitim Müşaviriydim. Ayrıldım. Şimdi Köln Türkevi Müdürüyüm. Konuşmalarınızı dinledim. Düşünce ve önerilerinize aynen katılıyorum. Altı ay bekleyin. Cevap verirlerse Millî Eğitim Bakanlığı ile çalışır, düşündüğünüz ders kitaplarını yazarsınız. Ama ben bir cevap vereceklerini tahmin etmiyorum. Altı ay sonra ben sizi arayacağım.”

Tarık Önel´in tahmini doğru çıktı. Beni arayıp soran olmadı. Altı ay kadar sonra  Tarık Önel beni aradı:

“Türkiye´den bir cevap aldınız mı?”

“Hayır!”

“Lütfen, elinizdeki tüm ders malzemelerini, dosyalarınızı bana getiriniz.”

Götürdüm. Tarık Bey görüşlerini almak için başka öğretmenleri de çağırmış. Dosyalarımı, hazırlıklarımı anlattım. Hepsi de önerilerimi ilgiyle karşıladılar. Toplantı sonunda, Tarık Bey:

“Bu dosyaları kitap haline getiriniz; yayınevimde yayınlayalım.” dedi.

Böylece Bilge ile birlikte “Yaşayan Dilimiz Türkçe” adlı kitap serimizi hazırlamaya başladık.

O günlerde zorluklarımız çoktu. Kitap yazma konusunda, ders yöntemleri hakkında yeterli bilgimiz yoktu. Kitaplarda kullanabileceğimiz resim arşivimiz yoktu. Alman Eğitim Sistemini tam tanımıyorduk. Alman yetkilileri de Türkçe dersleri konusunda hazırlıksızdı. Ne yapacaklarını onlar da bilmiyordu. Anadil Eğitimini konsolosluklara havale ederek işin içinden çıkabileceklerini sanıyorlardı.

Yaşayan Dilimiz Türkçe 2-3-4 ilkokullar içindi. 1982´de ilk kitabımız çıktı. Büyük ilgi gördü. Bunun üzerine seriyi devam ettirdik. Ortaokullar için olan 5-6-7-8-9´u yayınladık.

Almanca kitap yazma tekniklerini, Almanca ders metotlarını inceledik. “Yaşayan Dilimiz Türkçe” serisinin “Çalışma Kitapları”nı da yazdık.

Millî Eğitim Bakanlığı benim önerilerime hiç cevap vermedi ama, yurtdışındaki çocuklar için Türkçe kitabı yazmak üzere birisini Köln´e göndermiş. Gelen kişi bizim kitaplarımızı görmüş. Beni çağırdı. Konsolosluk´ta  görüştük. Görevini anlattı.

“İki üç aylığına Türkiye´den gelip, buradaki eğitim sistemini, öğrencileri, okulları, öğretmenleri görmeden kitap yazılamaz!” dedim. İyi niyetle kendi  kitaplarımızdan birer örnek verdim.

Bu arkadaşın 1986 yılında, yurtdışındaki ilkokullar için yazıp, Millî Eğitim Bakanlığı´nın yayınladığı iki kitabı bana geldi. Bu kitaplar ne içerik, ne biçim, ne yöntem bakımından Almanya´ya uygun değildi. Kimse de kullanmadı. Devletin parası çarçur edilmekle kaldı.

Türkçe Anadil Dersleri için Eyalet Kültür Bakanlıkları da çözüm yolları aramaya başlamıştı. Türkçe dersleri istenildiği gibi yürümüyordu.

1986 yılında Türkiye Millî Eğitim Bakanlığı ile Kuzey Ren Westfalya Kültür Bakanlığı arasında, ortak Türkçe kitapları yazma anlaşması imzalanmıştı.

Bu ortak kitap yazma projesini, Kuzey Ren Westfalya Kültür Bakanlığı´na bağlı “Landesinstitut für Schule und Weiterbildung” kurumu yürütecekti. Proje başkanlığını  Landesinstitut Müdürü Dr. Eike Thürmann üstlenmişti. Prof. Turan Oğuzkan projede yer almak üzere Türkiye´den gönderilmişti.

Dr. Eike Thürmann başkanlığında, Ali Rıza Özgüç, Sabri Çakır, Ahmet Turgut, Turan Oğuzkan ve Mete Atay´dan oluşan kitap  yazma komisyonu 1986´da çalışmalara başladı.

Prof. Turan Oğuzkan ile üç buçuk yıl çalıştık. Vefat edince yerine Emin Özdemir geldi. Bu arada bazı arkadaşlar komisyondan ayrıldı. Uzun çalışmalardan sonra “Biz ve Dilimiz” serisinden beş kitap Önel Yayınevi tarafından yayınlandı.

“Biz ve Dilimiz” serisi, içeriği, yöntemleri, amaçları, biçimi bakımından diğer Türkçe ders kitaplarından farklıydı. Bu kitaplar, Alman Eğitim Sistemine uygun olarak; öğrencilerin dil seviyelerine ve dil eğitiminin gereklerine göre özenle hazırlanmıştı. “Biz ve Dilimiz” serisi, Türkçe ders kitabı değil, Türkçe dil kitabı olarak düşünülmüştü. Almanca “Sprachbuch” kitaplarına benziyordu.

Türkçe Anadil kitaplarında alışılmış, klasik yöntemler kullanılıyordu. Yani her üniteye uygun bir okuma parçası veriliyor, bu metinin özeti çıkarılıyor, metinle ilgili sorular soruluyordu. Bu klasik yönteme göre öğrencinin anlaması ve anladığını anlatması isteniyordu. Oysa Türkçe dil kitabında, anadili nasıl kullanacağı, kullandığı dili nasıl geliştireceği öğretilmeye çalışılıyordu. Bu nedenle alışılmış okuma parçaları; okutup özetini, anafikrini çıkaracağı metinler yoktu bu kitaplarda.

“Biz ve Dilimiz” serisinden çıkan beş kitap Türkçe dilbilgisi kitabı değildi. Bu kitapların amacı, Türkçenin gramerini, dilbilgisini öğretmekten çok; Türkçenin bir dil olarak nasıl kullanılabileceğini, öğrenilen Türkçenin nasıl geliştirilebileceğini; bunun yazılı ve sözlü olarak nasıl olabileceğini adım adım öğretmek ve işlemekti.

“Biz ve Dilimiz” projesinin uzun süren hazırlığı sırasında birçok eksikliklerle karşılaşıldı. Bu eksiklikler projenin başarısını düşürdü.

 

Bu eksiklikler  nelerdi?

 

  1. Yapılmış anlaşmaya karşın, Türkiye Millî Eğitim Bakanlığı, kitapların hazırlığı için taahhüt ettiği kaynakları, resimleri, materyalleri, beklenen desteği vermedi. Türkiye Cumhuriyeti Arşivi´nden istenilen fotoğraflar gönderilmedi.

Başlangıçta projeye katılmak üzere Türkiye´den çeşitli komisyonlar, heyetler geldi. Hazırlanan dosyalar anlaşma uyarınca, Millî Eğitim Bakanlığı´na gönderildi. Görüşleri istendi. Fakat, bu dosyalara aylarca cevap verilmedi. Çok gecikmeli olarak verilen cevaplarda ise, görüş ve düşünce yerine, Türkiye´de yayınlamış kitapların fotokopileri dosyalanıp gönderiliyor; “Biz bu kitabları bu şekilde daha kısa sürede yazarız. Biz kitapların böyle yazılmasının uygun olacağını düşünüyoruz.” deniyordu.

Birinci kitabın hazırlığı bitince, Türkiye hemen hemen tamamen devreden çıktı. Türkiye´nin yerine Berlin Eyalet Kültür Bakanlığı girdi.

Türkiye´nin anlaşmaya uymaması, taahhütlerini yerine getirmemesi, bu projenin başarısız olmasına neden oldu.

  1. Bu kitapları uygulayacak öğretmenler yeni anlayış ve yöntemler konusunda  hazırlanmadı, meslekiçi geliştirme kurslarından geçirilmedi.
  2. Bu kitaplara paralel olarak Öğretmen Kitapları yazılıp yayınlanmadı. Öğretmenler “Biz ve Dilimiz” serisinde, alıştıkları biçimde metinler, özetini çıkartacakları öyküler aradılar. Bulamayınca, bu kitaplara gerekli ilgiyi göstermediler.

Oysa bu dil kitapları Türkçede ilk kez yazılıyordu. Türkiye bu projeye gerekli desteği verseydi, anlaşmaya uysaydı; gerekli bilgileri Türkiye´ye götürseydi Türkiye´deki Türkçe dersleri için de bir yenilik olurdu.

Türkiye niçin böyle bir tutum aldı? Bu tavrının siyasi nedenleri nelerdi? Bu konuda kesin bir bilgim yok. Kişisel gözlemlerime; yaşadığım gerçeklere dayanarak bazı cevaplar verebilirim.

Millî Eğitim Bakanlığı; Talim Terbiye Kurulu ve diğer yetkililer Almanya ile Türkiye arasındaki ilkesel farklılıkları; dünyadaki gelişmeleri; Yurtdışına göçmüş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarındaki önemli değişimleri anlamıyor ya da anlamak istemiyordu. Almanya´daki Eyalet Kültür Bakanlıkları ise, Türkçe Anadil kitaplarının; Alman Anayasası´na, Alman Eğitim sisteminin ilke ve amaçlarına, kendi müfredat programlarına göre yazılmasını istiyorlardı. Türkçe Anadil kitaplarını kendi ölçülerine göre değerlendiriyorlardı. Bu iki farklı anlayışı birleştirmek bizim için çok zor oluyordu.

Türkiye Millî Eğitim Bakanlığı ile Mete ve Bilge Atay olarak ilişkileriniz nasıl oldu? Türk eğitim yetkililerinin size karşı tutumları ne oldu?

 

Mete Atay:

 

Almanya´ya çeşitli zamanlarda çeşitli partilerden Millî Eğitim Bakanları gelip gitti. Bu bakanlar Türkiye Cumhuriyeti Bonn Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliği´nde toplantılar yaptı. Örneğin Vehbi Dinçerler, Metin Bostancı Bonn´a gelmişti. Eğitim Müşavirliği´nde bir toplantı düzenlenmişti. Beni de çağırdılar. Konu hep aynıydı:

Almanya ve yurtdışındaki çocukların eğitim sorunları ve Türkçe dersleri…

Yayınladığımız kitapların hepsinden birer örnek götürdüm. Türkçe ders kitaplarının nasıl olması gerektiğini; Türkiye´den bir görevli gönderilip kitap yazdırılamayacağını anlattım. Bu tür uygulamaların Türkçenin gelişmesine faydadan çok zarar verdiğini bilimsel olarak, kendi deney ve gözlemlerimizle göstermeye çalıştım.

“Bu kitapları eşim Bilge Atay ile yazdık. En iyisini yazdık diyemeyiz. Kitaplarımızı inceleyiniz. İstediğiniz değişiklikleri yapabilirsiniz. Gerekirse beni ya da diğer Türkçe kitabı yazan arkadaşlarımızı çağırınız. Daha güzel, daha tam, yurtdışı gerçekliğine uygun Türkçe dil kitapları yazılsın. Ben böyle bir göreve hazırım.” dedim.

Vehbi Dinçerler:

“Kitaplarınız çok güzel olmuş. Düşüncelerinizde çok haklısınız. Önerilerini dikkate alacağız. En kısa zamanda kitaplarınızı geliştirip yayınlayacağız!” dedi.

Aylar geçti hiçbir haber gelmedi. Verilen söz doğrultusunda hiçbir adım atılmadı. Buna benzer başka toplantılara çağırıldım. Müşavirlere, bakanlara, eğitim ataşelerine görüşlerimi, düşüncelerimi anlattım. Yetkililerin hepsi de benzer vaadlerde bulundular. Ama bugüne kadar hiçbir adım atmadılar. Tam tersine, bize destek sözü verenler, ardımızdan çelme attılar. İşimizi zorlaştırdılar.

Bir gün okula resmî bir yazı geldi. Köln Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi tarafından yazılıp, konsolosluklara bağlı Türkçe öğretmenlerine gönderilmişti. Merakla açıp okuduk:

 

“Bilge Atay ile Mete Atay tarafından yazılmış olan Yaşayan Dilimiz Türkçe  adlı kitapların Türkçe derslerinde okutulması Müşavirliğimiz tarafından uygun görülmemiştir. Gereğinin yapılması için Türkçe öğretmenlerine bildiririz.”

 

Bunu hiç beklemiyorduk. Şaşırdık. Daha üç dört ay önce Millî Eğitim Bakanı  kitaplarımızı övmüştü. Ankara´ya gidince Bonn´da verilen sözler unutuluyor; ya da tersi yapılıyordu demek!

Bilge, yazıyı tekrar tekrar okudu… Kederlendi, sinirlendi. Ağlamaya başladı.

“Türkçenin gelişmesi için yıllardan beri çalışmış, kendi ölçülerinde kitaplar yazmış, kitapları Almanya´dan Avustralya´ya kadar okutulan iki yazara bu yapılır mıydı?”

Kitaplarımızı, Eyalet Kültür Bakanlığı´na bağlı öğretmenler okuttuğu halde; Eğitim Müşavirliklerine bağlı öğretmenler “Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu´nun yayınladığı Okutulacak Kitaplar Listesi´nde yok!” diye okutamıyorlar.

20 yıldan beri, toplam 30 kadar ders kitabı, çalışma kitabı, yardımcı kitap yazmış; Türkçenin gelişmesi, sevilmesi, yaygınlaşması için çalışmış olan bizlere, bugüne kadar Türkiye´den hiçbir yetkili, hiçbir müşavir teşekkür bile etmedi.

Tam tersine bizim iyi niyetli çabalarımızı zorlaştırdılar, engellediler, bizlere zarar verdiler. Elbette biz çalışmalarımızı Millî Eğitim Bakanlığı´ndan, ya da Kültür Bakanlığı´ndan çıkar sağlamak, karşılık beklemek için yapmadık. Ama gene de insan bir teşekkür bekliyor. Bunun da bir lütuf değil, alın terimizle kazandığımız bir hak olduğuna inanıyoruz.

Eğer biz ve diğer arkadaşlar Türkçe kitapları yazmamış, yeni yöntemleri geliştirip uygulamamış olsaydık; Türkçe Anadil Eğitimi sadece Türkiye´den gelen kitaplara ve kaynaklara dayansaydı Türkçe derslerine katılım çok düşer; Türkçe dersleri de çoktan kapanmış olurdu.

Bu nedenlerle verdiğimiz uğraşların, harcadığımız emeklerin boşa gitmediğini düşünüyor; Türkçeye, Anadil Eğitimine karşı görevlerimizi yerine getirebilmiş olmanın vicdani huzuru ve  mutluluğunu yaşıyoruz.

 

Niçin Türkçe kitapları yazdınız?

 

Bilge Atay:

 

Biz Türkçeyi çok seviyorduk. Seviyoruz. Türk edebiyatının güzelliklerini, kültürel değerlerimizi çocuklara iletmek; onların da Türkçeyi, Türk edebiyatını sevmelerine yardımcı olmak için yazdık. Yazmaya hâlâ devam ediyoruz.

Bilimsel bir gerçeklik var:  Eğer anadil sevgisi, anadil bilinci geliştirilmezse, çocuklarda kültürel kimlik ve kişilik tam olarak gelişemez; buna bağlı olarak uyumsuzluk, kişilik bozukluğu, ruhsal hastalıklara yakalanma riski artar.

Biz öncelikle yurtdışındaki çocuklara anadillerini sevdirmek, dil bilinci kazandırmak için yazdık. Çok dilli, çok kültürlü, çok uluslu bir Almanya´da; bütünleşen Avrupa´da Türkçenin bir zenginlik olduğunu düşündüğümüz için yazdık. Türkçenin ve Türk kültürünün Alman kültürü için bir hazine olduğunu düşündüğümüz için bunca zahmetlere katlandık.

Barışçı, özgür, insanca yaşanan bir toplumun, dillerin ve kültürlerin özgürce gelişmesiyle gerçekleşebileceğini düşündüğümüz için, kimseden bir teşekkür beklemeden çalıştık.

 

Türkçe anadilin çocuklara sevdirilmesi için neler

yapılabilir?

 

Mete Atay:

 

Almanya´da ders kitapları beş yılda bir yenileniyor. Kitapların eskidiğinden değil; toplumun, insanların, dünyanın, bilimin, tekniğin, çocukların değiştiğinden dolayıdır bu yenilenme.

1980´lerin Türkçe Dersine katılan çocuklarıyla, 2000´lerinkiler çok farklıdır. O  yıllarda çocukların bir çoğu Türkiye´den gelmişti. Türkiye´de büyümüştü. Daha iyi Türkçe biliyordu. Aileler Türkiye´ye dönmeyi düşünüyordu. Oysa günümüzde Türkçe Dersine katılan çocukların büyük bir çoğunluğu burada doğup büyümüş, burada çocuk yuvasına gitmiştir. Almancaları Türkçeye göre daha iyidir. Aileler artık göçmenlikten, yerleşik toplum ilişkilerine geçmiştir. Yaşam tarzları, ilgileri, okuldan beklentileri, Türkçe seviyeleri değişmiştir. Genç nesillerin çoğu Alman vatandaşı olmuştur. Artık, geri dönüş defteri kapanmıştır.

Bu çocuklara, 20 yıl öncenin konularıyla, yöntemleriyle Türkçe sevdirilemez.

Burada doğup büyümüş, Alman vatandaşı olmuş çocuğa, “Sen Türksün, Türkçe öğrenmelisin!” gerekçesiyle Türkçe dil bilinci verilemez. Çocuklara, Türkçenin kendisi için bir zenginlik olduğu; çok dilliliğin güzelliği ve avantajları anlatılmalıdır.

Yaşam değişiyor, dünya değişiyor, toplum değişiyor, öğrenciler değişiyor. Bu değişime uygun kitaplar yazılmalıdır.

Türkçeyi sevdirmek yetmez. Yeni koşullarda Türkçe nasıl öğretilmeli? Kimlerle  öğrenilmeli? Ne için öğrenilmeli? soruları da inandırıcı bilimsel araştırmalarla cevaplanmalıdır.

Anadil Eğitiminin her türlü sorununu araştırıp uzun vadeli çözümler üretecek bir bilim kurulu oluşturulmalıdır.

 

Öğretmenlik ve kitap yazarlığı dışında ne yapıyorsunuz?

 

Bilge Atay:

 

İki çocuk annesiyim. Artan zamanımı çocuklarıma, Mete´ye ve okumaya ayırıyorum.

 

Mete Atay:

 

Nazilli Öğretmen Okulu birinci sınıfında başladığım örgütlü çalışmayı, şartlarımı da zorlayarak, yer ve zamana uygun olarak aralıksız sürdürdüm.

Almanya´da beş yıl Yabancılar Meclisi Başkanlığı yaptım. 1991´de Rheinland Pfalz, Saarland Türk Öğretmen Dernekleri´ni kurduk. On bir yıldır başkanlığını yürütüyorum.

1999´da  Almanya çapındaki sekiz öğretmen örgütünü bir çatı altında topladık. Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu´nu kurduk. Kuruluşundan beri bu federasyonun da genel başkanıyım.

Rheinland Pfalz Eyaleti Kültür Bakanlığı´nın Türkçe Anadil Eğitimi danışmanıyım.

Ayrıca Almanya Veli Dernekleri Federasyonu ile birlikte çalışmalar yürütüyoruz.

Amacımız Almanya çapında, aynı amaç doğrultusunda çalışan sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkileri geliştirmek; bilgi akışını hızlandırmak, ortak mücadele yürütmenin koşullarını yaratmaktır.

Türkçe Anadil konusundaki talepler ancak sivil toplum örgütlerinin ortak mücadelesi ile gerçekleştirilebilir. Kazanılmış haklar ancak ortak mücadele ile Alman ve Türk kamuoyuna tanıtılabilir. Türkçe Anadil Eğitimi, iki devlet arasında yapılan anlaşmalardan, sözleşmelerden çok; Alman kamuoyu tarafından desteklenen veli, öğretmen, yazar örgütlerinin uzun vadeli bilinçli, sabırlı mücadeleleriyle korunup geliştirilebilir.

 

Mete Atay bu kadar çok sorumluluk ve görevleri nasıl başarı ile yürütebiliyor?

 

Mete Atay:

 

Eşimin destek ve sevgisiyle yürütebiliyorum. Her zaman eşim benim yanımdaydı. Zorlu günleri birlikte yaşayarak aştık. Karanlık günlerde, sırat köprüsünü eşimle kolkola, yürek yüreğe geçtik. Bilge ile çalışmak her zaman bana zevk ve mutluluk verdi.

 

Bilge Atay:

 

1973´de evlenmiştik. 30 yıl oluyor… İyi, güzel, kalıcı işler yaptık.  Mutluyum. Mutluyuz. Öğrencilerimizi sevgiyle yetiştirdik. Çocukları insan yapmaya özen gösterdik.

Varsın Millî Eğitim Bakanlığı, resmî görevliler bize bir teşekkür bile etmesinler. Kitaplarımız için “Okutmayın!” emrini versinler. Benim gönlüm de rahat, vicdanım da…

 

Bilge Atay ve Mete Atay´a büyük ödül

 

Ataylarla 29 Eylül 2002 günü konuşmuştum. Aradan iki ay kadar geçmişti. Sevinçli bir haber geldi:

Bilge Atay ve Mete Atay, Federal Almanya Cumhurbaşkanlığı tarafından, her yıl fahrî çalışmalarıyla, topluma, insanlığa değerli, örnek katkılarda bulunan kişilere verilen, “Federal Almanya Liyakat Nişanı” ile ödüllendirilmişlerdi.

Bilge Atay ve Mete Atay, Federal Almanya´nın en büyük ödülüne; toplumsal çalışmaları, yabancıların uyumuna katkıları, Türk-Alman toplumları arasındaki kültürel ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki çabaları, Yabancılar Meclisi Başkanlığı sırasında yabancıların haklarının savunulması konusundaki çalışmaları, yabancı öğrencilerin eğitim ve öğretimlerine katkıları, yurt dışındaki Türk çocukları için ders kitapları yazarak çok dilli, çok kültürlü eğitime yaptıkları katkılar ve öğretmenlerin örgütlenme çalışmaları konusundaki çabaları nedeniyle layık görüldüler. Bilge Atay, Türkçe ders kitapları yazmanın yanında, özellikle Türk ve Alman bayanları ve genç kızları arasında kültürel, sosyal ilişkilerin kurulup geliştirilmesi yönündeki çalışmaları nedeniyle de bu ödüle layık görülmüştü.

Ataylar, Liyakat Nişanlarını, 6 Aralık 2002 günü yapılan törenle, Rheinland Pfalz Eyaleti Başbakanı Kurt Beck´ten aldılar. Onlar “Federal Almanya Liyakat Nişanı” ile ödüllendirilen ilk Türkçe öğretmenleri oldular.

Mete Atay, 13 Aralık 2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan konuşmasında, eşine ve kendisine verilen bu  ödülü şöyle değerlendiriyordu:

 

“Bir kere bunu emeğe saygı olarak değerlendiriyorum. Hani bir söz vardır: `Başarı alkış ister.´ diye. Boş zamanlarından özveri göstererek gönüllü olarak yürüttüğünüz çalışmaların beklemediğiniz zamanda, bir Devlet Başkanı tarafından takdir edilmesi insanı çok mutlu ediyor, onurlandırıyor. İnsanın verdiği emeklerin boşa gitmediğini görüyor, elle tutuyor, içinizde somutlaştırıyorsunuz. Bu türden ödüller insana daha farklı bir sorumluluk yüklüyor.

“Bu ödülün bize verilmiş olmasının, bizce ayrı bir özelliği ve önemi daha var. Ben ve eşim, ikimiz de eğitimciyiz. Yirmi yılı aşkın bir süredir, burada öğretmenlik yapıyoruz. Almanya´da Türkçe ve Türk Kültür Dersleri, plan, program ve içeriğinde belli bir ağırlığımız ve katkımız oldu.

“Şu anda Almanya´daki Türk toplumunun en büyük sorunu, tek kelime ile eğitimdir. Bu konuda herkes hemfikir. Üzerinde fikir birliği sağlanamayan konu, çözüm önerileri ve çalışma yöntemleridir. Bu ödülü tüm öğretmen arkadaşlarımıza verilmiş, yabancı öğrencilerin eğitim ve öğretim sorununa dikkat çeken ve bu konunun çözümü konusunda sorumluluk yükleyen bir çağrı ve uyarı olarak görüyor ve algılıyorum. Bu ödülü, bu anlayışla değerlendirerek, tüm yetkilileri, sorumluları Türk çocuklarının eğitim öğretim sorununu belli ölçüde çözecek gerçekçi bir eğitim seferberliğini başlatmalarını diliyorum. Gerekli ön hazırlıklar yapılır, çok iyi planlanırsa bunun sözde kalmayacağına da inanıyorum.”

 

 

Bilge Atay ve Mete Atay; keşke herkes Türkçe için, Türk edebiyatı için, barış, kardeşlik ve sevgi için, Türkiye´den Almanya´ya   göçmüş insanların ve tüm yabancıların hakları, kültürel, toplumsal gelişmeleri için sizler kadar çalışabilse…

Binlerce, yüzbinlerce öğrenci sizi saygıyla, sevgiyle, minnettarlıkla anacaklardır. İnsanlık, Mete´yi, Meteleri sürenleri değil, seni ve sizleri unutmayacaktır.

Dünyayı, Türkiye´yi, Seydiler´i güzelleştirme uğraşınızda başarılar…

Boy boyladım, soy soyladım. Yunus´un eli, Korkut Ata´nın diliyle sizlere  yaşadığınızdan daha uzun, sağlıklı, mutlu yıllar diledim! Ömrünüz su gibi uzun olsun!

 

Unkel, 29 Eylül 2002                                                      Kemal Yalçın