EdebiyatKitap Tanıtımı

TÖS VE TÖB-DER’Lİ ÖĞRETMEN REFET ÖZKAN VEFAT ETTİ!

REFET ÖZKAN GREBENA-VRAŞNO KÖYÜNDEN HONAZ’A GELMİŞ BİR MÜBADİL İDİ.

Refet Özkan, 1931’de Honaz’da doğdu, 30.7.2021 günü İstanbul’da vefat etti, Honaz’da Grebenalılar mezarlığında toprağa verildi. Bahçe komşumuzdu. Ben ona “Refet Abi,” derdim. Annesi babası 1924 yılında, Lozan Antlaşması gereğince mübadil olarak Manastır Vilayeti, Grebena Kazası, Vraşno köyünden gelmişler. Honaz’a İstiklal Mahallesi’ne iskân edilmişler. Sonradan mahallenin adını geldikleri “Kastro”  köyünün anısına Türkçe “Hisar Mahallesi” olarak değiştirdiler.

Refet Özkan Hisar Mahallesi’nde okuyan, yüksek öğrenim yapan ilk ve tek kişiydi. Isparta Gönen Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Honaz’da ilkokul öğretmenliği, Sivas, İzmir ve İstanbul’da ortaokul öğretmenliği yaptı.

Refet Özkan Türkiye Köy Öğretmenler Dernekleri Federasyonu Kurucu Genel Başkanlığını yaptı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kuruluşunda Fakir Baykurt ile birlikte çalıştı. TÖS ve Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği’nde (TÖB-DER) sorumluluklar üstlendi. TÖS Kartal Şube Başkanı iken tutuklandı. THKP-C 2 Davası’nda yargılandı… Mahkûm oldu. İstanbul’da Selimiye Askeri Cezaevinde kaldı. 1974 affı ile serbest bırakıldı. Çiğdem kitabevini kurdu. Tartışma Dergisi’nin Sorumlu Yazıişleri Müdürlüğü’nü yaptı.

Eğitim ve sanat dergilerinde, günlük gazetelerde fıkra, deneme, gezi, röportaj, şiir, söyleşi tütünde yazılar yazdı. Şiirlerini 1978 yılında “UYARI” adlı şiir kitabında yayınladı. Honaz’da, Hisar Mahallesi’nde devrimci, ilerici kişiliğiyle sembolleşti.

Refet Abi, Honaz’dan Isparta Gönen Köy Enstitüsü’ne ilk giden öğrencilerden biri idi. Ben ilkokul öğrencisi iken, beni yanına çağırırdı. Yurtyerindeki dut ağacının altına altına oturur konuşurduk. Bana Gönen Köy Enstitüsü’nü anlatırdı. Bana “Kemal, oku, çok çalış, Gönen’i kazan.  Gönen iyi okuldur. Benim hayatım Gönen’de başladı. Beni Gönen adam etti. Gönen’e git. Dil öğren!  Bir lisan bir insan demektir!” diye yok gösterirdi. Refet Abi’nin anadili Rumca idi. Biz Honazlılar onların konuştuğu dile “macurca” derdik. Ben “macurcayı” Refet Abi’den, Macur Mevlüt Amca’dan, Macur Fatma Abla ve arkadaşım Afero’dan öğrenmiştim.

Refet Abi bana çocukluğumda başlarına gelenlerden hiç anlatmadı. Nereden, ne zaman, nasıl geldiklerini söylemedi. Ben bu konuları çocukluğuma ilk olarak Vraşnolu Macur Mevlüt’ten, Hacı Dayıdan, Vraşnolu Macur Fatma Abla’dan dinlemiştim.

Aradan yıllar geçmişti. Babamın ve annemin isteği üzerine Rum Komşumuz Minoğlu’nun 1920 yılında Kemal Dedeme ve Ayşe Nineme emanet bıraktıkları kızlarının çeyizleri geri vermek için  1994 yılında Yunanistan’a gittim. Honazlı Rumları ararken Refet Abi’nin babasının, dedesinin Grebena Kazası Vraşno köyüne de uğradım.

Refet Abi’nin dedesi İslam Efendi’nin evini buldum. Refet Abi’nin anlattığı gibiydi. Virane olmuş evler sahiplerini bana soruyorlardı. Hayatımda viranelerin konuştuğunu orada gördüm ve anladım.

1995 yılında Honazlı bizim “Macurlarla” konuştum. Daha sonra İstanbul’a gittim, Refet Abi’yi evinde ziyaret ettim. Refet Abi mübadelenin çilesini çekmiş bir öğretmen olarak hayatını, mübadeleyi, Vraşno’da dedesinin başına gelenleri anlattı. Anlattıklarını “Emanet Çeyiz“ adlı belgesel romanımda bir bölüm olarak aynen yayınladım.

Aradan 26 yıl geçti. Aynı bölümü Refet Abi’nin anısına, saygı sevgi ve şükranlarımla tekrar yayınlıyorum.

Refet Abi çocukluğumda bana örnek oldun, yol gösterdin, Emanet Çeyiz romanımın meydana gelmesinde bana yardımcı oldun. Sana şükran borçluyum.

Artık bundan sonra Emanet Çeyiz romanımın içinde yaşamaya devam edeceksin.

Refet Abi, ruhun şad, mekânın cennet olsun!

Bochum, 3.8.2021, Kemal Yalçın

 

HONAZ-GREBENALI MÜBADİL REFET ÖZKAN’IN 1995 YILINDA ANLATTIKLARI:

“Annem-babam 1924 yılında, Lozan Antlaşması gereğince mübadil olarak Manastır Vilayeti, Grebena Kazası, Vraşno köyünden gelmişler. Honaz’a iskân edilmişler. Yedi yıl sonra ben doğmuşum.

Çocukluğum, gençliğim Honaz’da geçti.

Mübadele öncesi dönemi, yeniden iskân edilişlerini, Honaz’da çektiklerini babamdan, annemden, yakın akrabalarımdan uzun uzun dinledim. Muhacir bir ailenin çocuğu olarak muhacirlik denen o zor yaşamı her yönüyle yaşadım.

Sahipleri Mübadele ile Honaz’a gelmiş olan Grebena Kazası, Vraşno köyündeki Müslüman evleri. Vraşno, 1994 (Foto: Kemal Yalçın)

Dedem İslam Efendi diye anılıyordu. Vraşno köyünün en zenginlerinden birisiymiş. Yunan eşkıyalar bir gece basmışlar evi, para istemişler. Dedem iki teneke altını önlerine koymuş. Babamın anlattığına göre, yetinmemişler. ‘Gerisini göster!’ diye zorlamışlar. Göstermeyince bir gül ağacının dibinde, söylentiye göre, kör bir testere ile boynunu kesip öldürmüşler.

Babama geçmişler. Daha yirmi yaşında bir gençmiş. Paranın gerisini çıkartmak için baldırlarına bıçak saplamışlar… Bakmışlar ki bir şey çıkmıyor, öylece çekip gitmişler.

Babam Osmanlı zamanında askere gitmemek için bir süre Vraşno’da imamlık yapmış.

Mübadelede Vraşno ve Kastro köylerinden tam altmış beş hane Honaz Hisar Mahallesi’ne iskân edilmiş.

Mahallemiz, ‘Kuruçay’ denilen; yazın kuru, kışın sulu bir çayla, yerli halktan tamamen tecrit edilmiş durumdaydı. Bu tecrit edilmişlik, bizden önce Rumlar zamanında da varmış.

Türkçe bilmiyorduk. Anadilimiz Rumcaydı. Türkçe öğrenebilmemiz için yerli halkla kaynaşmamız, iç içe yaşamamız gerekirdi. Ama bizler sanki doğal bir sınırla, Kuruçay denilen derin bir dereyle Honaz’ın yaşamından koparılmıştık. Çocukların ilkokula kadar Türkçe öğrenme, konuşma olanağı hiç yoktu.

‘Türkçe konuş!’ sözü geçince yaşamım boyunca hiç unutamadığım bir olayı yeniden yaşarım…

İlkokula başladığımın ilk günüydü. Öğretmen bana bir soru sordu. Ne sorduğunu anlayamadım. Rumca olarak:

‘An gataleveno!’ (anlamıyorum) yanıtını verdim. Küplere bindi. Üstüme yürüdü:

‘Tuuu senin yüzüne! Ne biçim Türk’sün sen? Türkçe bile bilmiyorsun!’ deyip alnıma tükürdü. Hâlâ, şu an bile alnımda serinliğini duyar gibi oluyorum… O kadar dokunmuştu bana…

Sonra Türkçeyi öğrendim… Türkçe öğretmeni oldum… Aradan yıllar geçti. O öğretmenimle karşılaştım. Kendisine, bana yaptığı eğitsel hatayı hatırlattığım zaman da:

‘Eğer o zaman senin yüzüne tükürmeseydim sen Türkçe öğrenemez, Türkçe öğretmeni de olamazdın. İyi ki yüzüne tükürmüşüm de seni

teşvik edip Türkçe öğretmeni olmanı sağlamışım!’ deme gafletine düştü.

Günlük yaşamın her alanında, tarlada, bahçede her fırsatta yerliler tarafından, ‘gâvur çocuğu, gâvur dölleri!’ gibi küfürlerle aşağılanırdık.

Vraşnolu Tahsin Özkan, Honaz, 1995, (Foto: Kemal Yalçın)

Okul yaşamında muhacir çocukları çok başarısızdı. Türkçe bilmemek bu başarısızlığın en önemli bir nedeniydi. Uygun yöntemlerle Türkçe öğretmek kimsenin aklına gelmiyordu. Çocuklar bile dışlardı bizi! Eğer anadilimizde Rumca eğitim görme olanağımız olsaydı hem uyumumuz hem de başarımız çok daha iyi, çok daha sancısız olurdu.

Ben dört yüz kadar insanın oturduğu Hisar Mahallesi’nde okuyan ilk ve tek çocuktum. Benden sonra kız kardeşim de okudu.

Ben ve kardeşim şanslıydık. Çünkü annemiz Vraşno’da okula gitmiş, Latince harfleri okuyup yazabilen tek kadındı.

Latin alfabesinin kabulünden sonra Rumlardan kalan kilisede açılan Millet Mektebi’nde yetişkinlere yeni harfleri öğretti, öğretmenlik yaptı.

İlkokulda bana çok yardım etti.

İkinci büyük şansım, köy enstitülerinin açılmış olmasıydı.

Çok iyi hatırlıyorum. Sığır güdüyordum. Çağırdılar. İlkokula gittim. Bizim başöğretmen, beni tanımadığım iki kişiye gösterdi. Yalın ayaktım. Tanımadığım o kişilerden biri bana sorular sordu, kitaptan bir bölüm okuttu. İki satır yazı yazdırdı…

Ne olduğunu anlayamadım. Soru soran:

‘Aferin, aferin kazandın!’ dedi.

Sonradan öğrendim ki biri Gönen Köy Enstitüsü’nün müdürü, diğeri de öğretmeniymiş. Köyleri dolaşıp enstitüye öğrenci topluyorlarmış. Beni de seçmişler.

Ben pek gitmek istemedim. Babam da pek gönüllü değildi. Fakat annemin kesin isteği üzerine sığır çobanlığını bırakıp Gönen Köy Enstitüsü’nün yolunu tuttum.

Gönen yıllarında da muhacir çocuğu olmanın olumsuz etkisini hissederdim.

Öğretmenlik yaşamımda, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda (TÖS) çeşitli düzeylerde sorumluluklar aldığımda göçmenlik olgusunu, kültürel farklılıkları düşündüm. Bu farklılıklar henüz giderilebilmiş değil.

Göçmen bir insan kendi kişiliğini, kimliğini oluşturan geçmişinden bir türlü kopmak istemiyor. Gelip yerleştikleri yerdeki yerli halkın tutumu, bakışı, tavrı da bunda önemli bir belirleyici oluyor… Göçmen bir insan kendi kültürel değerlerinin, ruhsal biçimlenmesinin, yaşam tarzının hoşgörüyle kabul edilmesini, özgür bir uyumun olmasını bekliyor. Devletin uyguladığı kültür politikası eğer baskıcı, tek taraflı ise sorunun çözümünü zorlaştırıyor. Aşağılayıcı, zorlayıcı, ayrımcı tutum ve politikalar; yanlış, gelişigüzel bir iskânla tecrit edilmiş durumda kalan göçmen kitlesinin kendi içine kapanmasına yol açıyor. Kendi kökenine daha sıkı sarılması sonucunu doğuruyor.

Türkiye’de yalnız Yunanistan’dan gelen göçmenler değil Kafkaslardan gelmiş Çerkezlerde, Abazalarda, hatta iç göçe, mecburi iskâna tabi tutulmuş Kürtlerde de benzer sorunlar, uyum güçlükleri sürüp gidiyor.

Aslında Türkiye’nin çok renkli mozaiğini meydana getiren özelliklerini silmek yerine, mozaiğin her parçasının kültürel değerlerini daha belirgin hale getirerek, özgün gelişmesinin olanaklarını yaratarak daha uyumlu, daha toleranslı bir kompozisyon yaratılabilirdi. Yetmiş yılı aşkın bir zaman geçti, ama hâlâ herkes kendi bildiği türküyü söylüyor. Ortak bir çizgide birleşme olanağı bulunamadı.

Artık ‘Dünyada ve ülkemizde, bundan sonraki göçlerin daha sağlıklı olması için ne yapılabilir?’ sorusunun yanıtını aramak yerine, göçleri gerektiren nedenleri ortadan kaldırmak zorundayız.

Eğer bu yapılmıyor da ille de bir göç söz konusu oluyorsa öncelikle  o göçün altyapısı hazırlanmalı. Doğal ortamın benzerlikleri, kültürel-sosyal özellikler göz önüne alınmalı. Göçmenlerin yerli halkla en sağlıklı kaynaşma, uyuşma koşulları önceden düşünülüp taşınılmalı.

 

Mübadeleyle ya da zorunlu olarak, canını kurtarmak için Yunanistan’a gitmiş, evlerini, mallarını kullandığımız Anadolu Rumlarının da bizim yaşadığımız benzer zorlukları, özlemleri çektiğini biliyorum.

Bu büyük yıkıma, kopuşa yol açan olaya ne Anadolu Rumları ne Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türkler neden oldu. Büyük devletlerin çıkarcı politikaları bizlerin başında patladı… Bu yıkım politikasını planlayıp Yunanistan ordusunu İzmir’e çıkaranlar, çoktan yok olup gittiler. Ama bu olayın acı sonuçlarını bizler çok uzun yıllar yaşadık.

İster Yunanistan topraklarında doğup buraya gelmiş, ister Türkiye’de doğup büyüyüp Yunanistan’a gitmek zorunda bırakılmış halklar olarak, artık barış içinde yaşamanın yollarını arayıp bulalım. Yaşadığımız, düşmanımızın bile başına gelmesini istemediğimiz, o büyük yıkım ve bozumu, kalıcı bir barışın, gönülden bir kardeşlik düşüncesinin temeli yapalım…

Türk ve Yunan haklarının yeni kışkırtmalarla birbirine düşman edilmesini önlemeye çalışalım.

Bu duygu ve düşüncelerle evlerini, mallarını kullandığımız Honazlı Rumlara ve bırakıp geldiğimiz atalarımızın evlerini, topraklarını kullanan Rumlara içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Ayrıca bulursan Minoğlu’nun kızlarına, torunlarına dostluk ve kardeşlik duygularımı ilet…”

 

(Alındığı yer: Emanet Çeyiz- Mübadele İnsanları, s. 262-266)