EdebiyatKitap Tanıtımı

KAZIM CUMERT Hollanda’da yaşayan gerçekçi, tutarlı, öğretmen bir yazar.

 

Kazım Cumert 1956 yılında Erzincan’da doğdu. İlkokulu Erzincan’da, ortokulu Ankara’da okudu. Gökçeada İlköğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra Türkiye’nin değişik yerlerinde öğretmenlik yaptı. 1980’de Hollanda’ya geldi ve uzun süre Türkçe öğretmenliği yaptı. Mesleğine âşık bir öğretmendi. Emekli oldu. Emeklilik hayatını yazarak, resim yaparak değerlendiriyor. Saz çalmak, türkü söylemek onun kişiliğinin bir parçasıdır.

Edebiyat çalışmalarını hem yazarak hem de Karazambak edebiyat dergisi yazı kurulunda çalışarak devam ettiriyor. Avrupa Türkiyeli Yazarlar Grubu’nun (ATYG) kurucularından biridir.

Kazım Cumert ile uzun bir söyleşi yaptık. Bu söyleşiyi aynen burada yayınlıyorum.

KAZIM CUMERT İLE SÖYLEŞİ

Kemal Yalçın: Yazarlık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladınız?

Kazım Cumert: On iki yaşımdayken okumak için ailemden ayrılıp Ankara’ya geldim. İki kızı üniversitede okuyan ve kitaplıklarında bolca kitap olan amcamlardaki o kitapları okuyarak okumayı sevdim önce.  Altmışlı yılların sonu yetmişli yılların başlarında, Ankada’nın orta halli bir apartman dairesinde, okul dışındaki zamanını hep evde geçiren, yani oynamak için sokağa çıkmayan bir ortaokul öğrenci ne yapar? Kitaplık dolabındaki kitapları karıştırır, bazılarını ise yaşayarak, özümseyerek defalarca okur. Dostayevski’den Cengiz Aytmatov’a, Fakir Baykurt’tan Orhan Kemal’a… Hiç unutmam, Baykurt’un Anadolu Garajları ile  Aytmatov’un Kopar Zincirlerini Gülsarı’sı beni çok etkilemişti…

Aileme mektuplar yazarak Ankara’yı, okulumu ve kendimi anlattım. Köyümü, özellikle de istasyonumuzu ve gökyüzüne dumanını salarak geçen trenleri nasıl özlediğimi yazdım uzun uzun. Öğretmen okulunda da sürdü bu. Yazmaya işte böyle başladım.

Bir de köyde bulunduğum sıralarda İstanbul’da çalışan babama mektupları ben yazardım. Köydeki kadınlar ve gelinler de gurbetteki kocalarından gelen muktupları bana okutur ve yanıtlarını bana yazardırırlardı.  Köyümüzdeki erkeklerin çoğu İstanbul’daydı çünkü, gurbetçiydi.

Öğrencilik döneminde yazdığım şiirleri saymazsak “mektup benim ilk göz ağrımdır” diyebilirim…

Kısaca, memleketteyken “gurbete veya gurbetten yazılan mektuplar”la başlayan yazarlığım, Hollanda’ya geldikten sonra  “göçmen veya gurbetçi öyküleri”yle devam etti.

Bugüne kadar kaç kitap yazdınız? İsimleri nelerdir?

Bugüne kadar yedi kitabım yayımlandı. Çiğdemler Çıkarsa Eğer(roman), Islak Raylar(öykü), Ciğerim(öykü), Ik Nodig Je Uit(öykü-Hollandaca), Benim İki Memleketim Var(söyleşi), Yağmurla Gelen Gelin(söyleşi), Mesut(roman).

12 Eylül 1980 döneminin edebiyata yansıması nasıl oldu?

12 eylülde toplumsal alanda yaşanan kırılma, diğer sanat dallarında olduğu gibi, tabii ki edebiyatta da yaşandı. Kitaplar tehlikeli ve sakıncalı görülerek toplattırıldı, yakıldı. Birçok edebiyatçıya davalar açıldı, gözaltına alındılar, mahkûm oldular. Bazı yazarlarsa uzun yıllar sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı. Yasaklar ve sansürler sebebiyle yazma hevesleri köreltildi, herkes gibi onların da psikolojileri bozuldu. Sanatta ve edebiyatta toplumsal konuları işleme ve toplumu geliştirip değiştirme düşüncesi suç sayıldı ve bu yok edilmeye çalışıldı.

Kısaca derin ve etkisi uzun süren bir kopuş yaşandı. Sonrasında sanatçılar(yazarlar) geçmişleriyle hesaplaşmaya başladılar.  Sonra da yalnızlaşma başladı, etrafları giderek boşaldı.  Bazıları bu boşluk duygularını doldurmak için farklı arayışlara girdiler. Bir kısmı bir yerlere ait olmak, bir yerlere eklemlenmek için uğraştı. Kuramsal ve biçim kaygıları yaşayanlar da oldu. Postmodernizmi ve yapısalcılığı öne çıkarmak gibi. Önceden önemsenmeyen cinsellik, feminizm, bireyin yüceltilmesi, özgürlük talepleri gibi yönelimler öne çıktı. Bence en kötüsü de yazının öneminin azalıp, yazarın öne çıkması oldu. Ne yazık ki bu yönelim günümüzde de sürüyor.

12 Eylül 1980 döneminin senin yazarlık hayatındaki yeri, etkisi nedir?

Ben 12 eylülden bir ay kadar önce yurtdışına geldim. Darbe arefesini, yani fırtına öncesini hem duyarlı bir öğretmen, hem de topluma karşı sorumluluk duyan bir birey olarak birebir yaşadım. Sıkıyönetimden, baskın ve aramalardan dolayı derneğimizdeki ve evlerimizdeki kitapların çoğunu saklamak zorunda kalmıştık. Çünkü kitap bir suç aletiydi ve silahtan daha tehlikeli görülüyordu. Yazarının durumunu düşünün artık.

Aslında ben 12 martı daha yakından yaşadım desem abartmış olmam. Çünkü o zaman Ankara’nın bir üniversiteler semtinde yaşıyordum ve öğrenci olaylarını, polis baskılarını gözlemyebilecek bir yaşta ve konumdaydım.

12 Eylül sonrası yazarlarındanım diyebilirim. İlk kitabım Çiğdemler Çıkarsa Eğer’i, bedeni Hollanda’da ama aklı ve düşünceleriyle Türkiye’de olan, kaygılı ve depresif bir ruh haliyle yazdım. 12 Eylül öncesinin ayak seslerini hissettiğim ve yaşadığım o dönemleri anlattım…

Nasıl ve nerede yazıyorsun?

Sırf gözün gördüğü görüntünün, kulaktan giren seslerin değil de aklın ve mantığın gördüğü görüntünün peşinde dolaşılmalı denir ya, işte ben de öyle yapıyorum. Sorunlar, olaylar veya yaşanmışlıklar beni sıkıştırdığı, rahatsız ettiği ve düşündürdüğü zamanlar yazarım. Yazmak için kendimi zorlamam yani, biraz fazla rahatımdır bu konuda. Yazma eyleminin beni zorlamasını beklerim.

Yazmak benim yan uğraşılarımdan biridir. Buna ‘sığınağım’ desem daha doğru olur. Benim için deşarj olmanın yollarından biridir o. Biraz ters gelecek ama, kendim için yazarım ben ve odama kapanır yazarım. Yani evde, otelde değil. Yazdıklarımı illa yayımlayayım, kitaplarım illa çok satsın veya okunsun diye bir derdim yoktur. Zamana, duruma bırakırım. Yıllardan beri bekleyen dosyalarım vardır. Demlenmelerini, olgunlaşmalarını beklerim. Bir kısmı kaldıkça değerlenir, değilse de bozulur diye düşünürüm. Şarap misali.

Romanlarınız gerçek mi, kurgu mu?

Benim için önemli olan olaydır,  yani gözlerimden ve kulaklarımdan içeriye akıp girerek beni derinden etkileyen, uykusuz bırakan ve uzun uzun düşündüren konulardır. Üzerinde durduğum, yoğunlaştığım özel bir tema yok. Ancak, bir şekilde yaşadığı toplumun kıyısına itilmiş, dışlanmış, ötekileştirilmiş ve içine kapatılmış insanlar ve onların yaşadıklarını yansıtmak beni daha çok ilgilendiriryor. Onları alıp roman veya öykülerimin başköşesine oturtmak istiyorum. Yani gerçeklerden ve olmuş şeylerden etkileniyorum. Empati ve içselleştirme bir yazarın olmazsa olmazıdır diye düşünüyorum. Kendini başkasının yerine koymak, duruma veya olaya başkasının gözüyle bakabilmek zordur.  Fazla fantastik olmadığımı da söyleyeyim bu arada. Etrafımızda insanı çarpan öyle çok şey yaşanıyor ki, fantaziye ne gerek diyesim geliyor!

Kurgu roman ile gerçek hayatın romanını yazman arasında fark var mı? Nasıl?

Kurgusal roman deneyimim olmadığı için gerçekle kurgu roman yazma arasındaki farkı sıralamaya çalışmam ukalalık olur. Ancak her ikisinin de kendine göre öne çıkan, zor olan veya dikkat edilmesi gereken yanları vardır diyebilirim. Ben, kurgusal roman yazarının daha özgür olduğunu ve hayalinin onu sürüklediği yere götürdüğünü düşünürüm. Oysa gerçek romanda olaylar ve diyaloglar yaşamla eşleşmeli en azından çelişmemelidir.

Kurgusallık edebiyatın kendisi kadar eskidir. Masallar, destanlar, mitler hep kurgudur. İnsan, hayali unsurları geniş bir varlıktır. Herkes hayal eder, düş kurar. Çoğu zaman bunlar gerçek yaşamdan uzak ve yaşanılası olası olmayan şeylerdir.

Türkiye’de kitap yayınladınız mı? Türkiye’de yazar olmak ile Avrupa’da yazar olmak farklı mı? Nasıl?

Kitaplarımın dördünü Türkiye’de yayınladım ama Türkiye’de yazar olmakla Hollanda’da yazar olmak arasında bir fark fark var mı bilemem. Yazar konusunu belirler,  kurgusunu planlar, gerekli ön araştırmalarını yapar ve gerekli önbilgileri edinip yazmaya koyulur. Avrupa’da veya Türkiye’de olmak, eğer konu zorlamıyorsa, önemli değildir bence.

Ancak kitabını bastırma aşamasında işler Avrupa’dakindan farklı olabilir diye düşünüyorum. Yazarın sırf yazım konusunda yetenekli olması yetmiyor, onu,  yayımladığı kitabının dağıtımı, tanıtımı ve okura ulaşması bakımında da girişken olması gibi bir görev bekliyor. Bu da her babayiğidin harcı değil. Yazacaksın, parasını verip bastıracaksın, kitabının reklamını(tanıtımını) yapacaksın, pazarlayacaksın… Çok iş, zor iş…

Öykülerimin bir kısmı ve ilk romanım Çiğdemler Çıkarsa Eğer, Türkiye’de geçiyor. Diğerlerinin hemen hepsi Hollanda’da. Aslında mekân pek fazla önemli değil, önemli olan konu, kurgu ve dil. Dediğim gibi gözlerimden ve kulaklarımdan içeriye akıp beni uykusuz bırakan şeyler. Özellikle üzerinde durduğum belli bir konu yok.

Her ne kadar beni içinde yaşadığım toplumun sorunları daha fazla etkiliyorsa da, aslında yazarın tam özgür olması gerektiğini düşünürüm. Topluma sözcülük etmek, çağa tanıklık etmek, insanlar arasındaki diyaloğun gelişmesine yardımcı olmak, kültürel elçilik yapmak gibi güzel ve olumlu şeylerin bile yazarın özgürlüğünü kısacağını düşünürüm. Bu bakımdan yazarın misyonu en başta yazmak olmalı.  Elbette birey olarak taraftır, elbette topluma karşı sorumlulukları olmalıdır. Ama bu sorumluluk niye bir muhasebeciden, bir fırıncıdan, bir öğretmenden, bir mühendisten fazla olsun ki?

Sevgili Kazım Cumert bu söyleşi için sana çok teşekkür ederim.

Sevgili Kemal ben de sana çok teşekkür ederim.

Kazım Cumert, Kemal Yalçın, 18 Nisan 2021