EğitimGenel YazılarSon Haberler

Sevgili ve Değerli Öğretmenim Aziz Üstün

Acı haberi, Gönenli sınıf arkadaşım Mustafa Özdemir verdi.

Hemen Aziz Bey’in biricik kızı İdil’e telefon ettim.

Ağlıyordu…

“Kemal Abi,

babam şeker komasından gitti!

Kurtaramadık!

Bugün ikindi namazından sonra Eğirdir’de toprağa vereceğiz.”

Hey benim sevgili, bilgili, cesur, yurtsever, tutarlı, adı gibi üstün öğretmenim!

Daha bir ay kadar önce telefonla konuşmuştuk.

“Bu yaz görüşelim, özledim artık! Telefonlarını geciktirme, beni merakta bırakma!” demişti.

Ah bu uzaklıklar! Çaresiz kılıyor insanı!

Cenaze merasiminde yanında olmak; özgürleşmesi ve yeşermesi için ömrünü verdiği topraktan yüreğinin üstüne bir avuç serpmek isterdim. Olamadı! Aramızda sıradağlar, ovalar, denizler vardı.

*

Ne yapabilirdim?

Dünya sanki geriye dönmeye başladı.

Gönen Öğretmen Okulu 4a şubesindeydim!

Aziz Üstün’le din bilgisi dersi yapıyorduk.

Konumuz: “İnsanın varlık şartları ve inanma fenomeni” idi.

Sonra başka bir derste: “Kur’an’ı insanlar okuyup anlasınlar diye gönderdik” ayetini açıklamaya çalışıyor; Fatiha suresinin Türkçesini öğreniyor, “Yalnız senden yardım dileriz, yalnız sana boyun eğeriz!” cümlesini, özgürlük ve insan onuru açısından yorumluyorduk.

Sonra bizleri Isparta’ya, İdil Biret’in piyano konserine götürüşü geldi gözümün önüne. Hayatımda ilk kez İdil Biret’i o gün dinlemiştim.

Din bilgisi öğretmenimiz İdil Biret’in sanatına hayrandı.

*

Sonra karda kışta önce Isparta İmam Hatip Okulu’na, oradan da Trabzon Çaykara Ortaokulu’na sürgünleri geldi aklıma…

Sonra Sema Yenge, İdil ve Cem geldi gözümün önünde.

Babası Gönen’den Isparta’ya sürüldüğünde, İdil, henüz 1,5 yaşındaydı. İdil hatırlamaz Gönen yıllarını. Ama Gönenliler, babasının kucağındaki kundakta mışıl mışıl uyuyan İdil’i iyi hatırlarlar.

Çünkü Gönen Öğretmen Okulu o yıllarda öğretmeniyle, öğrencisiyle, hademesi, aşçısı, şoförüyle birlikte nefes alıp veren bir aileydi. Öğretmenlerimiz anamız, babamız, ağabeyimizdi aynı zamanda.

İdil, bizim kardeşimizdi… Ve hep öyle kaldı…

Gönen yılları bitti. Hepimiz hayata atıldık. Zor günler, karanlık yıllar, ateşli hasretler yaşadık. Ama Aziz Bey’le ve diğer öğretmenlerimizle bağlarımızı, ilişkilerimizi hiç koparmadık.

*

Ben felsefeyi Aziz Bey sayesinde sevmiştim. Yüksek Öğretmen Okulu’na seçildiğimde Felsefe öğretmeni olmaya karar vermiştim. Aziz Bey, karşı çıktı.

“Hayır! Fizikçi ol, matematikçi ol, ya da doktor ol! Felsefe ile aç kalırsın!” demişti.

Aziz Bey’i ve felsefeyi çok seviyordum.

“Hayır öğretmenim! Ben felsefe öğretmeni olacağım!” demiştim.

“Yolun açık olsun Kemal’im!” diye bağrına basmıştı beni.

O an duyduğum baba şefkatinin sıcaklığı hiç aklımdan çıkmadı.

Ne zaman başım dara düşse, babamdan önce sevgili öğretmenime uzatmıştım elimi. O el her zaman sevgi, şefkat, hoşgörü ve bilgi doluydu…

*

Aziz Bey’le hep mektuplaştık.

Mektupları benim için öğretici, düşündürücü, yol gösterici olmuştu.

Gidip dosyadan öğretmenimden gelen mektupları çıkardım. Okumaya başladım.

Bu mektupları yazan eller, bu mektupları düşünen beyin dün İskenderun’da durmuştu. O beden az sonra Eğirdir’de toprağa verilecekti. Ama mektuplar, mektuplardaki sevgi, bilgi, düşünceler, eleştiriler, öngörüler, yorumlar, sonuçlar, yargılar …. ve bunları dile getiren harfler capcanlı yaşıyordu.

*

“İskenderun, 5.3.1993” tarihli uzun mektubunda din felsefesi ve dünya barışını anlatıyordu. Son paragraflarında ise şunları yazmıştı:

“İdil, bu yıl hukuku bitiriyor. Bir yıl avukatlık stajı var. Onu da Ankara’da yapacak.

Cem başarılı çalışmalarını sürdürüyor.

Evi bitirmek için uğraşıyorum. Aybaşında kendi evimize taşınacağız kısmet olursa. Şirin, güzel bir evimiz oldu. Önümüz çam koruluğu, ufkumuz deniz. Türkiye’ye geldiğinde İskenderun’da sohbeti, mutluluğu paylaşacağız.

Seni çok özledim Kemal’im.”

*

“İskenderun, 4.8.1993” tarihli mektubu “Sürgün Gülleri” adlı ilk şiir kitabım hakkındaki düşünceleri, şiir sanatının güzel sanatlar içindeki yerini yazarak başlıyordu:

“Dün, ilk şiir kitabını aldım. Önce nesir gibi baştan sona okudum. Sonra, şiir sanatı ağır basan şiirlerin üzerinde durdum. Bütünüyle beğendiğimi söyleyeyim. Eleştiri, gücümü, uzmanlık alanımı aşar. Çok çok kutluyorum.

Güzel sanatlar içerisinde şiirin ayrı bir yeri var. Onsuz yaşamın lezzeti yokmuş gibi geliyor bana. İnsanlığı kucaklıyor şiir. Yontuyor insanı. Güzelliğe, güzele, hoşluğa, hoşgörüye, sevgiye, duygulara ‘koşar adım’ startı veriyor. Bu nedenle bir başka yönü ve içeriği var şiirin.

…..

İlgi alanınız felsefe. İnsanı, insana tanıtan düşünceyi, mantığı içeriyor felsefe.

“Dünle beraber gitti

düne ait ne varsa cancağızım.

Bugün yeni şeyler söylemek lazım.”

Öğretmen olmak bu açıdan çok zor. Sizi bağlayan kurallar var. Ona uyacaksınız. Uymasanız olmaz. Kargaşa olur.

“Bugün yeni şeyler söylemek gerek.”

Yeniyi yakalamak sabırlı bir okur olmayı gerektiriyor.

….

Yaşamı algılamak dün de zordu, bugün de zor. Ama gelecek hepsinden zor olacak.

*

“İskenderun, 29.4.1994” tarihli mektubunda “Neden acılar çektik?” sorusuna cevap veriyor, dünya görüşünü, hayatı değiştirmek için verdiği ve vereceği uğraşları anlatıyordu.

“Dün’de, özellikle birlikte olduğumuz öğretmenlik yıllarında çok güzellikler vardı. Acıları, tasaları da vardı. Yüksünmeden bu acıları, ev halkıyla birlikte çektik.

Neden çektik?

Özgürlüğe aşıktık.

Çağdaş eğitime aşıktık.

Sevgiye aşıktık.

Işığa aşıktık.

Çağa da ancak eğitimle,

güzel düşünen beyinle,

gerçek öğretmenlerimizle kavuşabilecektik.

Bunun bedelini ağır ödedik.

Dünle beraber gitti her şey,

ama tortuları bile güzel birer anı hepsi.

Sizler en güzel hayat iksirlerimizsiniz. Size bir tutam sevgi, sağlıklı düşünme ışığını biraz olsun yüreklerinize sindirtebilmişsek bunun tadı, keyfi, mutluluğu bizlere yeniden hayat iksiri olmaz mı?

*

“İskenderun, 17.7.1992” tarihli mektubu “Zincirler, zincirler sarmış dört yanımızı. Bu zincirleri kimler sarıyor, ya da sardırıyor?” sorusuyla başlıyordu.

Sonra “dolu dolu yaşamak. İşte asıl sorun. Nedir dolu dolu yaşamak?” sorusuna cevap arıyor ve kendi hayatını değerlendiriyordu:

“Neden öğretmenliği beş yıldan fazla götüremedim?

Üretkenliği olan ne öğretebiliyorum derdim zaman zaman!…

Boşlukta hissettiğim zamanlarım çok olmuştur.

Neden baş kaldırdım sistemsizliğe? Gücüm neydi? İnandıklarım doğrular mıydı? Doğru olan noktaya öğrencilerimin dikkatini çekebiliyor muyum derdim.

Sevgili Kemal’im, düşüncelerimle başbaşa kaldığımda olumlu yanıt aldığım çok az olurdu. Ama mücadele etmeye değer bulduğum için çetin güçleri karşıma aldım.

Kişisel kazancım mı?

Bakiye zarar gösteriyor.

Vicdan muhasebesi ise pırıl pırıl!”

*

Sonra 13.4.1994 tarihli Milliyet gazetesinin Türkiye Forumu köşesinde yayınlanan ilk yazısını göndermişti. Yazının başlığı “Refah Partisi’nin Başarısı İncelenmelidir” idi.

Yazı şöyle başlıyordu:

“RP’nin başarısı tesadüf değildir. 40 yıllık, planlı, programlı, okullu, kolejli, yurtlu, Kur’an kurslu aralıksız sürdürülen “şeriat devleti” kurdurma çabalarının sonucudur.

Bizzat yaşadığım, zaman zaman savaşını verdiğim çok önemli beş olayı, Milliyet okurlarına anlatacağım. Belge niteliğinde olan bu açıklamanın, aynı zamanda tarihsel bir görev ve sorumluluk olduğuna inanıyorum.

Kuşkusuz takdir okurların.”

….

“Yıl 1969. Zamanın Milli Eğitim Bakanı merhum İlhami Ertem, Isparta’ya gelmiş, öğretmen ve yöneticilerden oluşan 80’e yakın eğitimcilerle bir toplantı yapmıştı. Toplantıda bakan, “Bakanla her zaman görüşmeniz mümkün değildir. Eğitim üzerine sorularınız ve konularınız varsa buyurun…” diyerek tartışma ortamını sağlamıştı. Kimi idareci arkadaş, “eksik olan öğretmen ihtiyacını” dile getirdi. “Bunu sormadım. Bunlar imkanlar ölçüsünde giderilecektir. Önemli eğitim soruları getiriniz” dedi.

Bunun üzerine söz aldık. Dört önemli soru yönelttik. Önemlisi aynen: “Bakanlığa geldiğinizde imam hatip okullarının sayılarını 68’e çıkaracağınızı vaadetmiştiniz. Bugün gerçekleşti. Takdir edersiniz ki, inanç ve zihniyet eğitimi, eğitimlerin en güç olanıdır. Bugün din alanını, felsefe, bilim, sanat ve devlet yönetimi alanlarından ayırabilecek meslek dersleri öğretmeni yetiştiremediğimize göre, yarın bu okullardan çıkan öğrenciler, vatan sathına yayıldıklarında Atatürk Türkiye’sini ve devrimlerini, ne gibi karanlık dehlizlere sokabileceği hakkındaki endişeleriniz nelerdir?”

Sorularımıza yanıt alamadık. 24 saat içersinde Gönen Öğretmen Okulu’ndan Isparta’ya İmam Hatip Okulu’na “sürgün” gönderildik. Birkaç ay sonra da Çaykara’ya…

*

Sevgili Öğretmenimiz, Gönen’i Gönen yapan öğretmenlerimizden biri kalbimizden koparılmıştı.

O ayrılık günü gelmişti.

“Aziz Bey’i sürmüşler, ayrılacakmış!” haberi 600 dönümlük okul alanında bir anda hüzünlü bir rüzgarın kanatlarında yayılıvermişti. Haber, Tınaz Dağı’nın karlı tepesinde ve Gönen Köy’de yankılanmıştı.

Gönenlilerin akılları, yürekleri birleşmiş, küt küt atmaya başlamıştı.

“Aziz Bey konuşma yapacakmış, bütün öğrenciler sinema salonunda toplansın!” duyurusu yapılmış, kısa sürede tüm öğrenciler bin kişilik salonu doldurmuştu.

Aziz Bey sahneye çıkmıştı. Mikrofonu eline aldığında salonda çıt yoktu.

Aziz Bey’in gözlerinden keskin ışıltılar yayılıyordu. Hep böyle olurdu zaten… Derse başlamadan önce “susun” demezdi. Sadece ışıltılı gözleriyle öğrencilerinin gözlerine bakar ve öğrencilerini büyülerdi sanki…

O gün, o an son dersini verecekti Gönenlilere…

“Çocuklar ben gidiyorum. Isparta İmam Hatip Okulu’na gidiyorum. Oranın şartlarının buradan çok zor olduğunu biliyorum. Ama görev görevdir. Memleketimizin her yerinde görev yapmak bizim için şereftir.

Ayrılırken sizlere bir öneride bulunacağım. İnsanlar öldükleri zaman mezar taşlarına kitabeleri yazılır. Birinin mezar taşına ‘Bu insan, hayatta güzel idealler için mücadele ede ede ömrünü tüketti!’ yazılır; diğerininkine ise ‘Bu insan hayata ot gibi geldi, ot gibi gitti.’ Yazılır. Sevgili öğrencilerim, ben size birinci tip insan olmanızı öneririm. Karar sizin!”

Bu sözler sıcak bir sevgi kalemiyle beyinlere yazılmıştı…

Gönenliler vedalaşma anında Aziz Üstün’ün açtığı yoldan yürüyeceklerine söz vermişlerdi. Bugüne kadar o sözü verenlerden dönen olmadı!

*

Din Bilgisi Öğretmenimiz, meslek hayatına Çaykara’da nokta koymak zorunda kalmıştı.

Danıştay’a açtığı davayı kazanmış, sürgün kararını durdurmuştu.

Fakat yöneticiler uygulamadı.

Geçinebilmek için Isparta’da ziraat aletleri satan bir dükkan açmıştı.

*

Bir gün Isparta pazarına götürmek için bahçemizden sebze meyve topluyorduk.

“Anne, bizim din dersi öğretmenimizi sürgüne göndermişler. Öğretmenimizi aç bırakmak istiyorlarmış. Şimdi Isparta’da bir dükkan açmış!” dedim.

“Kabahati neymiş?”

“Bizleri yetiştirmek, Gönenlilerin gözlerini açmak!” dedim.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar oğlum! Sen merak etme! Her işte bir hayır vardır. Sen şimdi çift katlı bir kasaya şeftali, üzüm, armut, biber, patlıcan, domates doldur. Yarın götür git, öğretmenine ver. Selamımı söyle. Karagün kararıp kalmaz! Aç bırakmayız onu. Gönlünü ferah tutsun!” dedi.

Annemin dediklerini yaptım. Ertesi gün Honaz-Denizli’den kamyonla Isparta pazarına gittim. Malları hale indirdik. Ben çift kasayı bir hamala verdim. Araya araya öğretmenimin dükkanını buldum. Dükkanın önünde kırmızı renkli bir saban duruyordu. Aklımda nedense sadece o saban kalmış.

Çift kasayı kucakladım, iki basamaklı bir merdiven çıktım. Öğretmenim o an masada oturuyordu. Göz göze geldik. Ben kucağımdaki kasayı masanın önüne indirdim.

“Kemal’im hoş geldin! Bu ne?”

“Öğretmenim annem aç kalmayın diye gönderdi. Selamı var. Karagün kararıp kalmaz!” dedi!”

Geldi, beni kucakladı, bağrına bastı.

Gözlerine bakamadım!

“Çok sağ olsun, zahmet ettiniz. Bana güç verdiniz!” diyebildi titreyen bir sesle!

Sonra beni karşısına aldı. “Görüşmeyeli neler yaptın, neler okudun? Haydi anlat bakalım!” diyerek sürdürdü konuşmasını. O an sınıfta hissetmiştim kendimi…

*

Ankara’da Orta Doğu Amme Enstitüsü’nü bitirdi.

Bağ-Kur’da işe başladı. Sonra Hindistan’a gitti. Doktorasını orada tamamladı.

Türkiye’ye döndü.

Bağ-Kur’daki sistemi eleştirdiği için Muş’a sürüldü.

Gene Danıştay’a dava açmış, sürgün kararını durdurmuştu.

Yöneticiler gene kararı uygulamamışlardı.

Bağ-Kur’dan ayrıldıktan sonra 1978 yılında İskenderun Demir Çelik Tesisleri’nde daire başkanı olarak göreve başlamıştı. Kısa bir zamanda Genel Müdür Yardımcılığı görevine yükselmişti.

*

Sonra …

Hey benim değerli ve sevgili öğretmenim!

Senin hayatını yazmayı düşünmüştüm.

20 Ağustos 2003 günü Eğirdir’e, göl kıyısındaki evinize gelmiştim.

O gün göl dalgalıydı.

Dalga sesleri içinde yedi saat kadar konuşmuştuk.

Kasetleri arşivden çıkardım.

Teybin düğmesine bastım.

Değerli Öğretmenim, bedeninizi Eğirdir’de toprağa verirlerken, Bochum’da saatlerce sesinizi dinledim.

Sözünüze “35 yıl öncesine gittim, sınıf heyecanını yaşıyorum!” diye başlamıştınız.

İkinci cümleniz ise: “Bugüne kadar olayların pek çoğunda rastlantılar hakim!” idi.

Üçüncü cümlenizde ise, “24 Ekim 1935’de dünyaya geldim, çok ilginç bir babanın evladıyım!” diyordunuz.

Sonra saatlerce anlattınız;

hayatınızı,

sürgünleri,

umudunuzu

ve hastalığınızın nedenlerini.

*

Ben Aziz Üstün!

Bilmeyenler ne bilsin bizi

Bilenlere selam olsun!

“1942’de ilkokula başladım. İlkokuldan sonra üç yıl terzi çıraklığı yaptım. Ortaokula geç başladım. Güç şartlarda okuyordum. Çünkü babamın mesleği yoktu. En çok “Baban ne iş yapıyor?” dediklerinde zor durumda kalıyordum.

Babamın adı Hafız Mustafa, annemin adı Şefika idi.

Annem ümmi idi. Çok zeki idi.

Babamın kalp gözü açıktı.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim.

Prof. Dr. Takiyyettin Mengüşoğlu’nun kürsüsünde Felsefi antropoloji alanında lisans üstü öğrenimini tamamladım.

Askerlikten sonra ilk tayin yerim Gönen Öğretmen okulu oldu.

….

Benim öğrencilerim yarının Cumhuriyetine sahip çıkacak gençleri yetiştirecek öğretmenler olacaklardı. Dolayısıyla bir köye, kasabaya tayin olup gittiklerinde, inanma fenomeninin özünü kavramış öğretmenler olarak, hurafelerden uzak, tarikatların tuzağına düşmeden cumhuriyeti savunacak bilgi ve yeteneklerle donanmalıydılar.

İnandığım doğrultuda öğrencilerimle diyalog içinde oldum. Mevzuata, programa uymadım. İnandığım biçimde, sağlıklı bir inanmanın nasıl olduğu üzerinde, felsefi açıdan öğrencilerimle tatlı bir diyalog içine girdim. Hayatım boyunca unutamayacağım güzel anılarla dolu dört yıl sürdü Gönen’deki öğretmenliğim. Sonra Gönen’den Isparta İmam Hatip Okulu’na sürüldüm.

2001 yılında Fethiye’de Gönenliler Günü yaptılar. Hüseyin Seçmen’le birlikte konuşma hakkı verdiler.

Düşünün, 1969’da Gönen Öğretmen Okulu’ndan ayrılmışım. 32 yıl sonra, öğrencilerimle karşılaşıyorum. Ektiğimiz sevgi tohumları öylesine çınarlaşmış ki, gerçekten bana hayatımın engin, keyifli anını yaşattılar. Sevgi denizinde yüzdürdüler, bizi son derece mutlu ettiler.

Gördüm ki, “hayata ikinci defa gelsem, öğretmen olurdum” boş sözler değilmiş…

Gerçekten,

gerçekten de öteye öğretmen olurdum.

Amma devletin, hükümetlerin ne eğitim politikası var, ne eğitim felsefesi var, ne de öğretmene saygısı var.

İşte bu olmayışlarıyla öğretmenliği bırakmak zorunda kaldım.

Fethiye’deki konferansta, 32 yıl sonra öğrencilerime “Nerede kalmıştık?” diye sorarak başladım ve Gönen’den ayrılışımın hikayesini anlattım.

…..

İdil 1,5 yaşında kucağımda. Isparta’da ev arıyoruz. Isparta’da şiddetli soğuk var, her yer kar buz…

Isparta İmam Hatip Okulu’na sürgünden sonra, altı ay içinde önce Sinop Lisesi Felsefe öğretmenliğine, oradan da Trabzon Çaykara kazası ortaokuluna sürüldüm.

Bunun üzerine öğretmenliği bırakmak zorunda kaldım. Isparta’da ticaret hayatına başlamak zorunda kaldım.

Arkadaşlar ısrar ettiler. Danıştay’a dava açtım. Danıştay, sürgün kararını durdurdu. Fakat bu kararı uygulayacak bir makam yoktu.

Hem eğitime, hem hukuka saygıları yoktu…

……

Bağ-Kur’daki sürtüşmeyi kısaca anlatmak isterim: Bağ-Kur için Ankara’da Necati Bey Caddesi’nde bir daire satın alınacaktı. Aranıp bulundu. Dairenin değeri o günlerin para değeriyle 35 milyon liraydı. Genel Müdür bu daireyi 55 milyona satın aldı. Aradaki fark büyüktü. O zaman 20 milyon büyük para! Bağ-Kur’un, dolayısıyla devletin parasının haksız yere, usulsüzce harcanmasına karşı çıktım. İşlenen suça ortak olmadım. Bağ-Kur üyelerinin haklarını savundum. Adımız “komünist”e çıktı. Beni Muş’a sürgün ettiler.

1976’da Danıştay’a dava açtım. Danıştay yürütmeyi durdurdu. Fakat kararı uygulamıyorlardı. Kararın uygulanabilmesi için, “Aziz Üstün’ün odası kilitlidir.” diye iki şahitli bir tutanak tutulması gerekiyordu. Koskoca Bağ-Kur Genel Merkezi’nde lehime şahitlik yapacak iki insan bulamadım!

On bir ay maaşımı ödemediler.

Tam o günlerde Eğirdirlilerden bir teklif geldi. 1977 seçimlerinde, Eğirdir Belediye Başkalığına aday olmamı istiyorlardı. Kabul ettim. Milliyetçilerin gemi azıya aldıkları dönemlerdi. Çok ciddi demokrasi örneği verdik. Ama çok cüzi bir oy farkıyla seçimi kaybettik.

Seçimlerden sonra 1978 yılında İskenderun Demir Çelik Tesisleri’nde daire başkanı olarak göreve başladım.

1980 öncesi 16 000 işçinin çalıştığı İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Milliyetçi Hareket Partisi’nin kaynağıydı. Böyle bir ortamda Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarından birinin zarar etmemesi, devletin malının yağmalanmaması için çok zor şartlarda mücadele verdik.

Bazı yöneticiler muhafızlarla, tabancalarla dolaşırken ben korumasız, tabancasız dolaştım. Görevimi belimde tabanca taşımadan sürdürdüm.

Çok ilginç bir anımı anlatayım:

Tesislerde 16 000 işçi çalışıyordu. Çok yanlış bir uygulamayla bu işçileri trenler boş dururken, 200 otobüsle 40-50 kilometrelik mesafelerden getirip götürüyorduk. Bu, çok masraflı, çok mantıksız bir taşıma yöntemiydi.

Genel müdür yardımcısı olduğum bir zamandı. Ben “Trenle işçi taşınacak!” dedim. 200 otobüs sahibi ayaklandı. Tehditler başladı. Otobüs sahipleriyle aramızda ciddi bir mücadele başladı.

Hiç unutmam! 4500 işçi, 18 Ağustos’ta, cehennemi sıcakta, müesseseye karşı boykota başladı. Trene binmiyorlar. Yürüyerek gelip, fabrikayı basacaklarmış!

Kızgın güneşin altında yürüyerek İskenderun’dan Sarıseki’ye kadar gelmişler. Genel müdür korkuyor.

Jandarma komutanı:

“Aziz Abi, bunu ancak siz halledersiniz!” dedi.

Gittik kızgın, öfkeli işçilerin yanına. Aldım mikrofonu elime, yarım saat konuştum. İşçileri ikna ettim. Tıpış tıpış gelip işbaşı yaptılar.

Tesisleri büyük bir masraftan kurtarmıştım. Fakat çıkarlarına dokunduğum insanlar, çevreler beni sürgün ederek öçlerini almak istediler.

İktidar değişmişti.

1981 yılında beni Sivas Demir Çelik Tesisleri’ni kurmaya gönderdiler.

Oysa böyle bir tesisin kurulması plandan kaldırılmıştı.

Beni olmayan bir fabrikayı kurmak için sürgün ettiler.

Yine Danıştay’a başvurdum.

Danıştay, sürgün kararını durdurdu.

Fakat Danıştay’ın kararını uygulayan olmadı.

Gerçekten hükümetler hukuka ve kararlara saygılı değildi.

1982’de kendi isteğimle erken emekliye ayrıldım.

İskenderun Demir Çelik’teki yolsuzluklarla mücadelem daha çok emekli olduktan sonra oldu.

Benim şeker hastası olmam belki o mücadeleler sırasında yaşadığım gerilimler, sıkıntılar sonucunda oldu…

Demir Çelik Tesisleri’nden ayrılanlar üç yıl kurumlarıyla iş yapamazlardı.

Üç yıl bekledikten sonra, 1985’de Demir Çelik Fabrikasıyla ticari iş yapmaya başladım.

1996 yılında, 16 tane rulman olmak için bir ihale açılmıştı. Tesadüf bu rulmanların bayiliğini daha önce almıştım. Ama ben ihaleye girmemiştim. Müessese, tanesi beş bin mark olan bir rulmanı, seksen beş bin marktan almaya karar vermiş. Bu alım işinden Demir Çelik Tesisi üç yüz bin dolar zarara uğrayacaktı.

Buna engel olmaya çalıştım.

Başbakanlık Denetleme Kurulu’na başvurdum.

İş uzun sürdü.

Davayı kazandık, ama ihale süresi içinde mal teslim edilmişti. Müessese üç yüz bin dolar zarara uğratılmıştı.

Bu mücadeleden sonra, İskenderun Demir Çelik Tesisleri Genel Müdürü bana karşı tavır aldı. Benim Demir Çelik sahasına girmemi yasakladı ve firmamı Demir Çelik’in açtığı ihalelere sokmadı.

Çok zor durumda kaldım.

Oğlum Cem okuyacak…

Kızım İdil okuyacak…

Ev geçindirilecek…

İş yok!

İş çok, ama beni bu işlere sokmuyorlar…

Geceleri sırıl sıklam kalkardım…

İşte bendeki şeker hastalığı o günlerin eseridir.

Şeker hastalığı, İskenderun Demir Çelik Tesisleri’ndeki yolsuzluklarla mücadelenin sonucu olarak sağlığımda iz bıraktı…

Sadece bu da değil…

Gönen’den sürgün…

Bağ-Kur’dan sürgün…

İskenderun’dan sürgün…

Sürgünler, sağlığımı da alıp götürdü…

Bütün bu zorlukları eşim Sema ve çocuklarımla birlikte göğüsledik, birlikte aştık. Burada hayatımı anlatırken, Sema’yı sevgi ve saygılarımla anmak isterim! Sema, her zaman bana güç verdi, sevgi verdi, mutluluk verdi. Sema’sız bir dünyayı düşünemem…

*

Sorular ve cevaplar:

Öğretmenim, idealinizdeki bir hayat için, adil ve özgür bir toplum için ömür boyu mücadele ettiniz, düşlediğiniz bir dünya için mücadeleyi hala sürdürüyorsunuz. Peki, hayatınızda mutlu oldunuz mu? Mutluluk nedir sizin için?

Mutluluk kişiye göre değişir. Bence mutluluk, keyif almanın, özgür olmanın, özgür yaşamanın bir tezahürüdür. Hayatımda bireysel mutluluğu, ailesel mutluluğu yakaladım; ama toplumsal mutluluğu yakalayamadım. Toplumun bir yerlere gitmesi lazım. Toplum gitmesi gereken yerde olmadığı için son derece mutsuz oluyorum.

Hayatımda şuna inandım ki, sürekli mutluluk yok. 24 saat, 6 ay, bir yıl sürekli mutluluk yok! Peki ne var? Mutlu anlar var. Biz yokluktan geliyoruz. Küçük şeylerden mutlu olmayı ailede öğrenmiştik.

Mutluluk nedir? Mutluluğun kişiden kişiye değişen bir algılama farkı var.

Bence mutluluk bir yetinme meselesidir. Mevcutla yetinebiliyorsan, bir düşünceyi paylaşabiliyorsan mutlusun demektir.

Öğretmenim, ömrünüz boyunca gerçekler için, doğrular için haksızlıklara karşı mücadele ettiniz ve hala ediyorsunuz. Bu enerjiyi, bu mücadele gücünü nereden buluyorsunuz?

İnanmışlık… Sadece inanmışlık bu. Kurtuluş Savaşı’nı incelersek inanmışlığın insana verdiği gücü anlayabiliriz. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten, mücadele eden, savaşan insanlar kafalarında zafere ulaşacakları inancını taşıyorlardı. Zafere ulaşacaklarına olan inanç ta baştan kafalarında oluşmuştu.

Zaten asıl mesele budur.

Siz bir davaya inanmışsanız, pervasız gidersiniz. Çaykara’da öğretmenlik yaptığım yıllarda bunun örneğini eşim Sema ile birlikte yaşamıştık.

Bir gün kasaba et almaya gitmiştik. Kasap istediğim eti keserken:

“Hocam sizi kesecekler!” dedi. Kim kesecekti bizi? Yobaz çevreler kesecekti. Gönen’de verdiğim din bilgisi dersini Çaykara’daki öğrenciler ve veliler kaldırabilir mi? Hayır. Kaldıramayınca geriye kesmek kalıyordu!

Babam “Bir defa öleceksin! İki defa ölmeyeceksin!” derdi. O yetişme tarzı bizim genlerimize fevkalade işlemişti. İnanmışlık ve adanmışlık! Aslında son derece keyifli bir olay mücadele etmek. Neden? Çünkü hayatında çelişkiler yok! Çizgini hiç değiştirmemek insanı mutlu ediyor. İnanmışlık bu anlamda insana yenilmez bir güç veriyor.

Yaşamınızda hiç keşkeler oldu mu?

Asla! Kuşkunun hiçbir anlamı olmadığını biliyorum. Çünkü, yaşanan gün bitmiştir. Mevlana’nın dediği gibi,

“Dünle beraber gitti, cancağızım,

ne kadar söz varsa düne ait.

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Peki hayatınızda yanlışlar oldu mu?

Hayır. Kişiliğimi kaybetseydim belki çok zengin olurdum. Ama o zaman da şimdiki Aziz Üstün olmazdı.

Öğretmenim, çocuklarınıza “İdil” ile “Cem” isimlerini nasıl koydunuz?

Çocuk yapmaya eşim Sema ile birlikte karar verdikten sonra, Tanrı’dan bir kız çocuğum olmasını istedim. İçimde kız çocuklarına karşı bir isteğim vardı. Gerçekten de bir kız çocuğumuz oldu.

Eşim hamile kaldıktan sonra, doğacak çocuğumuzun ismini hep “Yaprak” olarak telaffuz etmiştim. Doğduktan sonra, İdil Biret’e olan hayranlığım ve sevgimden dolayı “İdil” koydum.

İdil’den sonra uzun zaman çocuk yapacak durumumuz olmadı. Oradan oraya sürülüp duruyorduk. Göçebe idik.

“İdil, illa kardeş istiyorum!” derdi.

İdil’in ısrarı üzerine 13 yıl aradan sonra bir çocuk daha yapmaya karar verdik. İdil’in ısrarı ve isteği üzerine dünyaya geldiği için kardeşine istediği ismi verdi.

“Cem” ismini ablası koydu.

Çocuklarınızı düşündüğünüz gibi yetiştirebildiniz mi?

Benim düşündüğüm eğitim düzeyini çok çok aştılar. Üniversiteye girerken İdil’e hiç müdahale etmedim. Gideceği yolu, özgür iradesiyle kendisi seçti. Cem’e ise üniversite seçimi sırasında öneri biçiminde müdahale ettim. Boğaziçi Üniversitesi yerine Bilkent Üniversitesini önermiştim. Daha sonra herhangi bir müdahalem olmadı.

Üniversite yıllarında, öğretmenliğe başlamadan önce idealleriniz neydi? Bu idealleri gerçekleştirebildiniz mi?

İdeallerimi gerçekleştirebilmek için mücadele ettim.

Üniversite yıllarında münazara ekiplerinde yer almıştım. O zamanlar üniversiteler arasında münazara turları olurdu. Genellikle İstanbul ile Ankara yarışırdı. Ben Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi münazara ekibindeydim. İlk sene ikinci olmuştuk. Birinci Tıp Fakültesi idi. Bu münazara turlarını başlatan da bizdik.

Üniversite yıllarında politikaya ilgi duymadım. Birinde Malatya’da Atatürk heykelini kırmışlardı. Üniversitedeki arkadaşlarım Malatya’ya protestoya gideceklerdi. Karşı çıktım. “Siz Atatürk heykelini kıranları protestoya gideceğinize, Atatürk heykelini kıran kafaları yetiştiren sisteme bakın, onu inceleyin, bu sistemi değiştirmeye bakın. Ağaçlarla uğraşıyorsunuz, ama ormanı görmüyorsunuz!” dedim.

Hayatınıza yön veren ilkeler oldu mu?

Kesinkes inandığım altı temel ilke var: Dil, din, mezhep, ırk, renk ve cinsiyet.

Hiçbir insan bunları özgür iradesiyle seçmedi.

Her konferansımda bunlara beş dakika yer veriyorum. Yaşam felsefem de bu. İnsanlık, artık özgür iradesiyle seçmediği ayrılıkları aşmalıdır.

İnsan motifini ortaya koymalıyız. Bu anlamda kadın hakları yanlış, insan hakları söz konusudur. O nedenle “ben Almanım” “ben siyahım” gibi özgür irade dışında belirlenmiş özellikler aşılmalıdır.

Dünya görüşünüzün temeli nedir?

Dünya görüşüm şudur: Bütün dünya insanlarını severim. İnsan sevgisini yücelten, insan sevgisini ilke edinen Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş Veli’yi severim.

Hayat tarzımda insanı merkeze oturttum.

İnsanın aydınlanması için çalışalım.

Her halükarda eğitim, eğitim, eğitim…

Sevgili öğretmenim, Türkçe bilen, Alman, Türk, Kürt… aklı başında milyonlarca insan şu anda sizi dinliyor olsa ve siz onlara sesleniyor olsanız neler derdiniz?

Sevgi diyorum… Her şeyin başı sevgi! Sevginin gözü kördür derler ya, önce insanlara sevmeyi öğretelim. İnsan yaratmak bizim görevimiz. Ortak noktamız bu. Dünyadaki 6,5 milyar insanın ortak noktası insan yaratmak. Asgari noktalarda ilkel düşünceyi aşalım.

Pir Sultan Abdal “gelin canlar bir olalım!” demiş. Şu an beni dinleyen 60 milyon insana değil, 6,5 milyar insana seslenmek istiyorum: Temelimiz insandır. İrademiz dışında bize yüklenmiş ayrılıkları aşalım, “insan”da birleşelim. Sevgidir insanı insan yapan!

* * *

Sevgili ve değerli öğretmenim! Şu an 24 Mayıs 2007, Perşembe. Almanya’da saat 17.00’ye geliyor. Şu an Eğirdir’de bedeninizi toprağa koyuyorlardır. Başınızda olmak, bir avuç toprak serpmek isterdim. Ama bu mümkün olamadı.

Sesinizle, yazılarınızla, resimlerinizle sizinleyim.

Son sözünüzü hiç unutmayacağım.

Sevgili öğretmenim, benim gönlümde ve Gönenlilerin gönlünde, vicdanında siz hep pırıl pırıl bir güneştiniz, hep öyle kalacaksınız!

Toprağın bol, mekanın aydınlık olsun değerli öğretmenim!

Tebeşir tutan elleriniz çiçeklensin!

*
İdil son mektubu

14 Haziran 2007

Sevgili Babacığım,

“Babam hep benim kıymetimi öldükten sonra anlarsınız derdi, öyle de oldu.” derdin dedemden bahsederken.

Biz öyle demeyelim diye, seni hep anlamaya çalıştık.

Anlayınca da gururla senin yolundan gitmeye çalıştık.

Bugün vefatının üstünden 23 gün geçmiş durumda.

Acımda, hüznümde, özlemimde hiçbir azalma olmadı, hatta belki artıyor.

Kemal Abinin yazısını iki kere okudum, iki kere daha ağladım.

Mücadele içinde geçen yıllarının hikayesini okurken benim de zihnimde pek çok anı belirdi; benim de elim, üniversiteye başladığım ilk günden, düne kadar bana yollamış olduğun ve benim özenle dosyalayıp sakladığım mektuplarına, gider gibi oldu, ancak henüz hazır hissetmedim kendimi. Bir gün ben de onları gözden geçirip, seni anlatan, senin ve benim baba-kız ilişkisini anlatan, “Baba Aziz ÜSTÜN”ü yazacağım.

Vefatından sonra arkandan söylenen her sözle, her anıyla; hakkında yazılan her yazıyla, senin kızın olduğum için bir kez daha gurur duydum.

Onurlu yolun bana her zaman rehber oldu ve öyle olmaya devam edecek. Ölmeden birkaç saat öncesinde de ışık saçan bakışlarını zihnime kazıdım, o ışıklar içinde yatıyorsundur umarım!

Seni çok seviyorum canım babacığım!

Kızın İdil