EdebiyatKitap Tanıtımı

SABRİ ÇAKIR Türkçenin Almanya ve dünyada yaşaması için, 40 Türkçe ders kitabı hazırlayan öğretmen, araştırmacı bir yazardır.

“Benim çalışmalarım en başta dil sevgisine dayanıyor. Yeryüzündeki tüm dilleri seviyorum, fakat anadilim Türkçeyi daha çok seviyorum.”

 Sabri Çakır, Almanya’da 60 yıllık göç tarihinde silinmez izler bırakan çok değerli bir kültür insanıdır. Türkçenin yurtdışında yaşaması ve gelişmesi için aşkla çalışan, Almanya ve yurtdışındaki çocuklar için, Türkçe ders kitabı hazırlayan öğretmen, araştırmacı yazarların en tanınmışlarından biridir. “Benim çalışmalarım en başta dil sevgisine dayanıyor. Yeryüzündeki tüm dilleri seviyorum, fakat anadilim Türkçeyi daha çok seviyorum,” diyen Anadolu’nun vefalı, çalışkan, dürüst bir evladıdır!

Sabri Çakır 1955 yılında Denizli’nin Çardak ilçesine bağlı Beylerli köyünde dünyaya geldi. Isparta Gönen’de başladığı ilkokul öğretmenliği öğrenimini Çanakkale Öğretmen Okulunda bitirdi (1974) ve İstanbul Üniversitesi Yabacı Diller Yüksek Okulunun Almanca bölümünden lisans diploması alarak mezun oldu (1978). 1979 yılında Gelsenkirchen’de öğretmenliğe başladı. İlkokul, ortaokul ve liselerde aralıksız olarak 32 yıl çalıştı.

Almanya’da öğretmenlik çok zordur. Ders kitabı hazırlamak ise çok daha zordur. Sabri Çakır, hem Türkçe öğretmeni olarak başarıyla çalıştı hem de Türkçe ders kitapları hazırlayarak yurt dışındaki binlerce, yüz binlerce Türkiye kökenli çocuğun Türkçe öğrenmesine; Türkçenin Avrupa’dan Avustralya’ya kadar okullarda tanınıp öğretilmesine, gelişmesine katkıda bulundu ve 40’ın üzerinde Türkçe ders kitabı hazırlamayı başardı:

Metinlerle Türkçe Dersleri (Ders Kitapları), 2 adet.

Metinlerle Türkçe Dersleri (Çalışma Kitapları), 2 adet.

Temel Türkçe (Ders Kitapları), 12 adet.

Temel Türkçe (Çalışma Kitapları), 9 adet.

Türkçe Anadil Dersleri (Ders Kitapları), 8 adet.

Türkçe Anadil Dersleri (Çalışma Kitapları), 8 adet.

Bunlara bir de Amerika’da İngilizce olarak yayımlanan “We Wanted to Live” (Yaşamak İstiyorduk) adlı öykü kitabını ekledi. Almanca ve Türkçe şiirlerinden bazıları, başta Almanya ve Türkiye olmak üzere değişik ülkelerin ders kitaplarına alındı.

Sabri Çakır Türkçe ses bayrağının yurtdışında dalgalanması için çok emek verdi. Türkçe derslerine katılan, onun hazırladığı ders kitaplarını okuyan öğrenciler Sabri Çakır’ı daima saygı, sevgi ve teşekkürle anacaklardır.

Sabri Çakır’ı daha yakından tanıyabilmek için uzun bir söyleşi yaptım. Bu söyleşinin kısa biçimini facebook sayfamda, tam biçimini web sayfamda ve “Kalemler ve Yürekler – Avrupa’daki Kültür İnsanlarımız” adlı kitabımda yayınladım.

 

SABRİ ÇAKIR’LA SÖYLEŞİ

Kemal Yalçın – Kendinizi tanıtır mısınız?

Sabri Çakır – Babam, 1955 yılında, âsi kuzuların doğduğu ayda dünyaya geldiğimi söylerdi. Demek ki mart ayının başlarında doğmuşum. İlkokulu doğduğum yerde; Denizli’nin Çardak ilçesine bağlı Beylerli köyünde bitirdim. 1966’da Isparta Gönen İlköğretmen Okuluna girdim. Okulun gazetesi Gonca’da şiir ve öykülerim yayımlanıyordu. 1970’te, son dörtlüğü çıkarılarak bez üzerine yazılmış ve belediye duvarına asılmış, Âşık İhsani’ye ait siyasi bir şiirin şairi olabileceğim zannıyla Çanakkale İlköğretmen Okuluna sürüldüm. Suçumun böyle bir kuşkudan ibaret olduğunu oradaki savcıdan öğrendim. Bu okulu 1974’te bitirdim ve İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulunun Almanca Bölümünde okumaya başladım. 1976’da Almanya’da oturan bir işçi ailesinin kızıyla evlendim. 1978’de lisans diploması alarak Almanca öğretmeni oldum. Faşistlerin kontrolünde olduğu için atandığım lisede çalışamadım ve o sırada Almanya’da oturan eşimin yanına giderek orada iş aradım. 1979’da Gelsenkirchen’de başladığım Türkçe öğretmenliğini, sağlığımın bozulması nedeniyle 2011 yılına kadar sürdürebildim.

Eşim Elif’le birlikte Emre adlı bir oğlan, Senem adlı bir kız yetiştirdik. Onlar da büyüyüp bize Ömer, Zeynep ve Zerrin adında üç torun armağan ettiler.

Şimdi emekliyim. Meşakkatli bir tedavi sürecinden sonra ben lenf kanserini, eşim de meme kanserini yendi. Gelsenkirchen ile Denizli arasında mekik dokuyoruz. Elimizden geldiğince hayatımızı güzelleştirmeye ve mutluluğumuzu artırmaya çalışıyoruz.

Yazarlık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladınız?

Yazarlık serüveni ilkokul beşinci sınıfta başladı. Yazdığım şiirler sınıf öğretmeni tarafından beğeniliyor ve sınıfımızdaki duvar gazetesine asılıyordu. Gönen İlköğretmen Okulunda da şiir ve öykü yazmayı sürdürdüm ve onlardan bazıları okul gazetesi Gonca’da yayımlandı.

Gönen İlköğretmen Okulundaki Türkçe öğretmenlerimin dil yönünden gelişmeme katkıları büyüktür. Her ay bir roman inceliyor, ondan not alıyorduk. Artık beni kim tutar? Her hafta bir roman okumaya başladım. Romanların yanı sıra şiir, öykü kitaplarını da adeta su gibi içiyor ve edebiyat dergilerinin her yeni sayısını dikkatle inceliyordum. Bu ilerleyişim başta okul müdürümüz olmak üzere bazı öğretmenlerimin de dikkatini çekiyordu. Bu yüzden müdürümüz Kütüphaneler Haftası gibi önemli günlerin konuşmalarını bana yaptırıyordu.

Bir yıl yaz tatilinden sonra yeni bir Türkçe öğretmenimiz gelmişti, bizden Gonca gazetesi için öykü ve şiirler hazırlayıp vermemizi istedi. Ben de bir şiir verdim. Öğretmen bir gün toplanan metinleri gözden geçirmiş olarak derse geldi ve bana başkasının şiirini kopya çekmiş olduğumu anladığını söyleyerek neredeyse hakaret ölçüsünde sözlerle yüklendi. Çok ağladım ve iki saatlik dersin sonuna kadar öğretmene haksızlık yaptığını anlatan bir protesto şiiri yazdım ve sınıftan çıkarken o kâğıdı eline tutuşturdum. Bir hafta sonraki Türkçe dersinde öğretmenim, ağlayarak arkadaşlarımın gözü önünde benden özür diledi ve başta verdiğim o şiir Gonca’da yayımlandı.

Meslek hayatım boyunca o öğretmenlerimin çalışkanlıklarını, dürüstlüklerini ve dillerini örnek aldım. Özellikle Hüseyin Seçmen, Özbek İncebayraktar, Mehmet Bal, Ali İhsan Şirincan, Seniha Şen, İlhami Arslan ve resim öğretmenimiz Muzaffer Bey hayran olduğum öğretmenlerimdi. Tümüne her zaman teşekkür ediyorum.

Çanakkale İlköğretmen Okulunda düzenlenen şiir okuma yarışmasında, benim yazdığım şiiri okuyan arkadaşım birinci oldu, ben de Ahmet Arif’in bir şiiriyle ikinci oldum.

İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulunda da çok değerli hocalarım vardı. Prof. Şara Sayın, Prof. Nilüfer Gökberk Suman, çevirmen Ahmet Cemal, Prof. Tülin Polat, Prof. Emel Huber ve Prof. Zehra İpşiroğlu hocalarımdan bazılarıydı. Her birinden çok şey öğrendim. O değerli insanlara ne kadar teşekkür etsem azdır.

Türk Dili dergisinde ilk şiirim çıkmıştı ki Almanya’ya gittim. Almanya’da bir yandan öğretmenlik yaparken, bir yandan da Türk işçilerini anlatan ve yabancı düşmanlarını eleştiren şiirler yazdım. Bu şiirlerin Almancaları Amerika’da, Almanya’da, İsveç’te ve Hollanda’da Almanca; Türkçelerinden birkaçı da Türkiye’de Türkçe ders kitaplarına alındı. Aynı şiirler antolojilerde, dergi ve gazetelerde yayımlandı, ayrıca Amerika’da düzenlenen Çağdaş Alman Şiiri haftasında okundu.

2004 yılında Amerika’da, “We Wanted to Live” (Yaşamak İstiyorduk) adlı bir öykü kitabım yayımlandı. Öykü ve şiir yazmayı sürdürüyorum. Sağlığım elverirse önümüzdeki yıllarda şiir ve öykülerimi kitaplaştırmayı planlıyorum.

Bugüne kadar yayımlanan kitapların isimleri nelerdir?

Avrupa’da okullara giden Türk öğrencileri için iki dizi halinde, Temel Türkçe ve Türkçe Anadil Dersleri adını taşıyan ders kitaplarını hazırladım. Temel Türkçe dizisinin 11, 12 ve 13 numaralı kitapları ise liselerin yüksek bölümü için hazırlandı. O zamanki yayınevi bu son üç kitabı, baskı masraflarını artıracağı korkusuyla benim isteklerim doğrultusunda resimlemekten kaçındı. Bu yüzden ne zaman bu kitapları elime alsam, gözümün önüne yazı görmekten usanan öğrencilerimin çehreleri gelir ve içim kıyılır.

Kaç tane ders kitabı hazırladınız?

Hazırladığım ders kitaplarının sayısı, çalışma kitapları ile birlikte 40’ı geçti. Bence önemli olan sayı değil, kitabın niteliğidir. Ancak özenle ve kurallara uygun olarak hazırlanmış ders kitapları değerlidir. Bu yüzden sayılara itibar etmeyi doğru bulmuyorum.

Ders kitabı yazmaya ne zaman başladınız, ders kitabı yazmanın zorlukları nelerdir?

Ders kitabı hazırlamaya 1980 yılında, üç meslektaşımla birlikte başladık. Metinlerle Türkçe Dersleri adını taşıyan bu dizinin ilk kitabını birlikte hazırladık. Dizinin son iki kitabını ise ben hazırladım, fakat yayınevi sahibi bazı ticari kaygılarla o kitaplara öteki üç yazarın adını da koydu. Adları konduğu için telif ücretlerini de yıllarca dört yazara eşit olarak paylaştırdı. Kemal bey, şimdi söyleyeceklerimi belki yadırgayacaksınız, fakat ben bunları ölünce mi açıklayacağım? Şimdi anlatayım da hem ben rahatlayayım, hem herkes bazı gerçekleri öğrenmiş olsun: Yazarlardan hiçbirisi son iki kitabın telif ücretlerinde hakları olmadığını söylemediler. Üç kuruş paranın bile karakterleri bozacak kadar güçlü olduğunu görünce şoke oldum. Ki onlardan birisi okul arkadaşımdı, birisi öğretmen okulundan öğretmenimdi, üçüncüsüyle de Almanya’da tanışmıştım. Elbette onlarla ilişkimi kestim. Daha sonra onlardan birisi bir grup kurarak, ortaokullar için yeni bir ders kitapları dizisi hazırladı. O zamanlar henüz internet olmadığı için kaynak bulmak en büyük zorluklardan biriydi. Onlar bu zorluğu benim emeğimi çarçur ederek aştılar. Kitaplarına koydukları metinlerin büyük bir bölümünü, benim daha önce hazırladığım kitaplardan ya da benden edindikleri fotokopilerden aldılar. Onların bu hazıra konmayı kendilerine yakıştırmalarını şaşırarak seyrettim. Çünkü bende daha ciltlerce ders kitabına yetecek kadar kaynak vardı. Öğretmen okulundan beri okuyup hafızamda biriktirdiklerim artık burada işime yarıyordu. Evimdeki odanın birini çalışma odasına dönüştürerek, yaklaşık altı bin kadar kitabın içinde, yepyeni metinlerle yeni ders kitapları hazırladım. Böylece bu işe ne kadar önem verdiğimi ve bu iş üzerinde ne kadar ciddiyetle çalıştığımı kanıtladım. Onlar ise bana benzeyen yeni bir hamal daha bulamadıkları için oldukları yerde kalakaldılar. Ben hâlâ ders kitaplarıyla uğraşmaktayım; yeni çalışmalarım var. Ya onlar nerede, sayıca benden çok oldukları halde neden üretemiyorlar? Oturup bir düşünsünler ve yüzleri varsa birazcık utansınlar! Beni tarifsiz acılar içinde, bir köşede yapayalnız bırakarak, kansere yakalanmama katkıda bulunabildikleri için de sevinsinler!

Bir süre sonra yeni bir kitap dizisinin komisyonuna davet edilince, koşarak gittim. Çünkü Türkçe için katılamayacağım çalışma, katlanamayacağım fedakârlık yoktu. Her yazar arkadaş bir ünite hazırlıyor, taslak halinde hazırladığı ünitenin bir kopyasını da yöneticiye veriyordu. Ben de hazırladığım taslağın bir kopyasını ona verdim. Hazırladığım ünite uzun olduğu için ne yazık ki bazı yazılar kitaba girmedi. O sıralarda bir haber duydum: Bizim yönetici de ders kitapları hazırlamaya başlamış. Aylar sonra komisyonun hazırladığı kitapla birlikte onun hazırladığı kitabın da birinci cildi çıktı. Bir de ne göreyim: Benim üniteme girmeyen bir metni kitabına koymuş, altına da yalnızca “kısaltılmıştır” yazmış. (İki yüz sayfalık bir çocuk kitabını kısaltarak bir sayfalık nefis bir öykü biçimine getirmiştim. Bu çalışma en az iki haftamı almıştı.) Başımdan kaynar sular döküldü. “Kısaltan” deyip adımı yazsaydı, hiç sorun yoktu. Hani nerede kaldı emeğe saygı, nerede kaldı eğitimcilik? Emeğe saygı göstermeyen birisi nasıl eğitimci olabilir? Beni bu olay derinden yaraladı. Grubumuzu yöneten kişiye karşı güvenim ve saygım yok oldu. İkinci kitabın çalışmaları sürerken, çok yorulduğumu öne sürerek gruptan ayrıldım. Gerçek ayrılma nedenimi söyleseydim, grup dağılabilirdi. Türkçe’nin zarar görmemesi için kısacık bir mektup yazarak sessizce uzaklaşmayı doğru buldum. Fakat komisyonda bulunduğum süre içinde değerli bilim insanı Eike Thürmann sayesinde ders kitabı hazırlanışıyla ilgili bilgilerimi artırdım. Bana bu büyük iyiliği yaptığı için kendisine çok teşekkür ediyorum.

Ders kitabı yazmanın zorluklarından birisi, komisyonu oluşturan yazarların uyum içinde çalışabilmesidir. Üyelerin her biri bir eğitimciye yakışır biçimde dürüst davranmaz ve sorumluluğunun bilincinde olmazsa o komisyon bir gün dağılabilir. Ayrıca komisyonu oluşturan yazarların bilgileri, üretkenlikleri de birbirine yakın olmalıdır. Bir yazar ünitesini bitirip gelirken, öteki yazar türlü bahanelerle çalışmasını haftalarca geciktirmemelidir. Bu gecikmelerden sonra kendisini ölçüp tartmalı, bu konuda yetersizliğini fark etmeli ve uygar bir insan gibi gruptan çekilmelidir. Yoksa komisyon üyelerine yük olur; kendisinin yapması gereken işi onlara yaptırarak onların çalışma isteğini azaltır. Komisyonda kimse kendi işini başkasına gördürmemeye özen göstermelidir. Kitap yazarı olarak adını duyurmak isteyen herkes ter dökmeli, ciddiyetle çalışmalıdır. Ben yazar olarak tanınayım da, işimi kim yaparsa yapsın demek, büyük bir saygısızlıktır.

İster komisyon tarafından ister tek yazar tarafından hazırlansın, ders kitabına konacak üniteler, kitap basılmadan önce, başta yazar olmak üzere farklı öğretmenler tarafından sınıflarda denenmeli, saptanan eksikler giderilmelidir.

Ders kitaplarının tek yazar tarafından hazırlanmasının en avantajlı yanı, çalışmanın hızlı gitmesidir. Her defasında değişik bir yerde, uzun uzun toplantılar yapılmadığından büyük bir zaman kaybının önüne geçilmesidir. Öte yandan üniteler üzerinde tartışma yapılmadığı için eksik ve yanlış yapma riski artmaktadır. İşte özellikle bu yüzden, tek yazar tarafından hazırlanan ders kitaplarının basılmadan önce mutlaka sınıflarda denenmesi gerekir. Ben bu zorluğu yaşayanlardanım. Ne yazık ki kitaplarıma giren ünitelerden bazılarını uygulama ya da uygulatma olanağı ve fırsatı bulamadım. Eksiği saptanan üniteleri de ikinci baskılarında düzelttim.

İyi bir ders kitabı nasıl olmalıdır?

İyi bir Türkçe ders kitabı her şeyden önce öğrencinin yaşına, dil düzeyine ve hayatındaki uğraşlara uygun olmalıdır. Nobel Ödüllü bir yazardan alınan metin bile ancak yukarıdaki nitelikleri taşıyorsa ders kitabına uygundur. Ders kitabında yer alan resimlerin dilsel amaçları destekler nitelikte olabilmesi için ressamla yazar sürekli görüşebilmelidir. Bir sayfada yer alan bir kelebeğin, bir bulutun, ağaçtan düşen bir yaprağın mutlaka bir gerekçesi; pedagojik bir açıklaması olmalıdır. Kitabı hazırlayan yazar, her kelimenin, her noktanın hesabını verebilmelidir. Ders kitabı çocuk dergisi değil, temel bir eğitim aracıdır. Aksi takdirde gelişigüzel hazırlanmış ders kitapları öğrenciye yüktür, onu dersten soğutan olumsuz bir nesnedir. Doğru hazırlanmış ders kitaplarıyla öğrenim gören öğrenciler derslere büyük bir istekle, hevesle katılırlar. Zaten öğrenciler anadili derslerine gönülsüz katılıyorsa, önce o okulda okutulan ders kitaplarını değiştirmek gerekir. Her öğrencinin anadilini öğrenmesi insan haklarından biridir. Onlara anadillerini sevdirmek ve öğretmek de öğretmenlerin görevidir. Her öğretmen, başarıya götüren yolun da kaliteli ders kitaplarıyla çalışmaktan geçtiğini biliyor olmalıdır.

Ders kitabı yazmak ile roman yazmak arasındaki farklar nelerdir?

Türkçe ders kitabı hazırlamak için ilk önce pedagojik donanım gerekir, sonra da bir ders kitabını hazırlamaya yetebilecek dilsel birikim ve yetenek. Örneğin ben bir üniteyi hazırlamadan önce, o üniteye girebilecek metinleri önce hafızamda yerlerine yerleştirir sonra da bu planlarımı okunaklı bir biçimde kâğıda yazarım. Yıllardır okuduğum kaynaklar sayesinde başarabiliyorum bu çalışmayı. Bunu yaparken elbette müfredatı, dilsel amaçları, öğrencilerin dil düzeyini, öğrencilerin ilgi alanlarını da hesaba katıyorum.

Ders kitabı hazırlamak bütünüyle araştırma ve inceleme yapmaya dayanıyor. Yeterli kaynak yoksa iyi bir ders kitabı olmaz. Öğrencilerin düzeyi göz önüne alınmazsa iyi bir ders kitabı olmaz. İyi bir ders kitabının resimleri güzel, kâğıdı kaliteli olmalıdır. Bilgi yanlış içeren bir ders kitabı iyi bir ders kitabı değildir. Bu son cümleye ilişkin bir anımı anlatayım: İzin almak için ilkokul kitaplarını Avusturya’ya göndermiştik. Bir kitabıma “Yemekten sonra dişlerimizi fırçalarız,” cümlesi yüzünden izin verilmedi. Bu cümlede bilgi yanlışı yoktu fakat bilgi eksikliği vardı. Kitabı inceleyenlerin önerilerine uyarak o cümleyi şöyle değiştirdim: “Yemekten yaklaşık bir saat sonra dişlerimizi fırçalarız.” Böylece izin çıktı. Ben de yemekten hemen sonra diş fırçalanırsa, mine tabakasının daha hızlı aşındığını öğrenmiş oldum.

Roman yazmak için ise kaynak gerekmiyor, en çok dil yeteneği, dil ustalığı gerekiyor. Şahane bir konu, dili iyi kullanamayan bir yazar tarafından işlenirse, ortaya kendisini zorla okutan, sevimsiz bir roman çıkabilir. Dilinin ustası bir yazar ise, sıradan konulardan bile “şaheser” denebilecek bir roman yaratabilir. Dil, keşfedilmeyi, işlenmeyi, biçim verilmeyi bekleyen bir hammadde gibidir. Romancı dile can verir, hayat verir, kimlik verir. Romancı dil ile yepyeni anlatımlar, yepyeni olaylar bütünü, yepyeni bir dünya kurgular.

Ders kitabı yazarı ise değerli romanları, değerli metinleri seçerek öğrencilerine götürür ve okumayı sevdirir, dilini öğretir. Anlatılmış olaylar, betimlenmiş nesneler, sahnelenmiş konuşmalar ve yazıya dökülmüş hayaller olmasaydı metinler olmazdı. Metinler olmayınca da dil öğreten ders kitapları hazırlanamazdı.

Türkiye’deki ders kitapları ile Almanya’dakileri karşılaştırır mısın?

Türkiye’deki dil öğreten ders kitapları henüz öğrencilere anadillerini sevdirecek kadar özenle hazırlanmamış. Ünitelerin dilsel amaçları gelişigüzel serpiştirilmiş. Seçilen metinlerde öğrencilerin dil düzeyleri ve yaşamları yeterince dikkate alınmamış. Yalnızca yazarların ve şairlerin tanınmış olmasına bakılmış. Oysa çocuk kendini ilgilendiren, kendi hayatındaki konularda daha istekli ve daha üretken olur.

Bir de hemen hemen her metinle aynı çalışma yapılmış. Oku, anlamadığın kelimeleri bul, metnin özetini çıkar, vb. gibi. Bir ders yılı boyunca bu metotla çalışmaya can mı dayanır? Bu metotla çocuklar anadillerini nasıl sevsinler?

Birçok okulda normal defteri bütünüyle kaldırmışlar. Çalışma kitaplarını görünüş olarak bizim buradaki çalışma kitaplarına benzetmeye çalışmışlar. İçine girince yine o eski ezberci anlayışın sürdüğü görülüyor. Örneğin, öğrenciden konuyla ilgili görüşlerini yazarak açıklaması istenmiş. “Ne güzel!” diyorum, fakat bu görüşler için iki satır ayırıldığını görünce dünya başıma yıkılıyor. Çünkü öğrencinin görüşleri iki satırla sınırlandırılıyor. Aslında öğrenciden düşünce üretmesi, görüşlerini açıklaması istenmiyor. Öğrenciden istenen, sınıfta öğretilen cümleyi ezberlemesi ve oraya yazması. Böyle bir sorunun yanıtının yazılacağı yer, aslında defter olmalıydı. Her öğrenci kelime haznesine, dil yeteneğine, hayal gücüne ve kişisel bilgilerine göre ne kadar uzunlukta yazmak isterse o kadar uzun yazmalıydı. Eğitimin amacı öğrencilere dili kullanmayı ve dili üretmeyi öğretmek olmalıydı. Benim gördüğüm ise, öğrencinin üretici olması engelleniyor.

Ders kitaplarındaki resimlere hiç girmesek mi? O kadar sevimsiz, o kadar baştan savma yapılmış resimler var ki şaşırmamak elde değil! Sanki insanlar başka dünyadan gelmiş. Resimler önce kalın siyah çizgilerle çizilmiş de sonradan renklendirilmiş etkisi bıraktı bende. Kâğıt da kalitesiz olunca o resimlere resim demeye bin şahit ister. Böyle ders kitapları sevilmez, böyle ders kitaplarıyla ders yapmak da hem öğretmenleri, hem öğrencileri bıktırır.

Nasıl ve nerede yazıyorsun?

Çalışma odamda yazıyorum. Çalışırken radyomda hiç anlamadığım bir dilde şarkılar çalıyor. Böylece hiçbir şarkının içeriği ve dışarıdan gelen sesler dikkatimi dağıtmıyor. Bir de çalışmaya başladığım zaman mutlaka telefonumun sesini kapatıyorum. Ancak yemek saatlerinde ve bazen kahve yaptığım zaman, “Beni arayan olmuş mu?” diyerek telefonuma bakıyorum. Bazen birkaç gün telefonu elime almadığım oluyor.

Çalışma sırasında boğazlı ve bilekleri lastikli kazak giyemem. Üzerimdeki giysilerin oldukça bol olmasına dikkat ederim. Eşofmanlarımın, pijamalarımın ayak ve el bileklerimi örten yerlerinde lastik bulunmaz. Kolumda saat, parmağımda yüzük olmaz.

Her yazdığımı, birkaç sayfa olunca mutlaka yüksek sesle okurum. Gözlerimin fark etmediği bazı hataları kulaklarım yakalar. Bir bölüm bitince, o bölümü en az iki hafta demlenmeye bırakır, iki hafta sonra tekrar okurum. Böylece eleştirel gözle değerlendirme fırsatı bulur, beğenmediğim cümleleri, hatta paragrafları yeniden yazarım.

Çalışma sırasında kahve, çay ve bolca su içerim. Eşim fındıklı çikolatamı ve çatalla tüketilmeye hazır meyvelerimi her zaman masamda hazır eder. Zaten kahve ve çaylarımın çoğunu o hazırlar. Ben de çalışma sırasında, sanki uzak doğuda bir tapınakta eğitim alan bir öğrenci gibi tüm kaprislerimden sıyrılmış ve iyice kibarlaşmış olduğumdan ona asla rahatsızlık vermem. O da bana oldukça içten ve güler yüzlü davranarak güç verir. Ne zaman yorulduğumu anlasam, uyuklamaya fırsat vermeden hemen masamdan kalkar ılık bir duş alırım. Bazen bir günde üç kez duş aldığım olur.

Göç hayatı ne zaman başladı? Göçmen bir  yazar olmak ne demektir?

İlkokuldan sonraki hayatımı göçmenlik sayıyorum. Daha Gönen’deyken sıla özlemiyle titremeye başladı yüreğim. Çanakkale’de, İstanbul’da yine sıla özlemi çektim. Hele Almanya’da çaresiz bir göçmendim, yandım kavruldum. Almanya’da yazdığım ilk şiirler ağıt gibidir, bazılarını okurken hâlâ gözlerimden yaş gelir. Sanki cehenneme düşmüşüm! Yıllar geçtikçe kendimi toparladım, buradaki yurttaşların ve öğrencilerimin sorunlarıyla ilgilenirken, özellikle de ders kitaplarını hazırlarken yalnızlığımı ve garipliğimi unuttum. Sonunda gördüm ki ben de her Alman kadar güzel yaşamaya hakkı olan, her Alman kadar güzel yaşamayı başarabilen bir insanmışım.

Almanya’ya alışabildin mi? Nasıl bir ülke ve dünya istiyorsun?

Alıştım mı bilmiyorum, fakat Almanya’da sokağa çıkarken kendimi Türkiye’dekinden daha iyi hissediyorum. En azından eminim ki yürüdüğüm caddelerde kavga edenlerle ve yanındaki hanımını küfürlü bir biçimde azarlayanlarla karşılaşmayacağım.

Alıştım mı bilmiyorum, fakat Almanya’da arabamla yola çıkarken kendimi Türkiye’dekinden daha güvende hissediyorum. Çünkü Türkiye’de şoförlerin çoğu sinyal kullanmıyor, belki bu yüzden sinyal veren şoförleri de ciddiye almıyorlar ya da sinyalin ne işe yaradığını henüz kavrayamamışlar.

Bir de Türkiye’de yaşayan insanlarda çevre bilinci yok denecek kadar az. Herkes elindeki çöpü olduğu yerde, sokağa atıveriyor. Büyüklerle küçükler arasında pek fark yok. Hele son yıllarda eğitimin İslamlaştırılmasına paralel olarak hızla Osmanlı’ya dönüş çalışmaları beni fazlasıyla üzüyor ve rahatsız ediyor. Bu çağda büyük kentlerin sokaklarında geceleri hâlâ ramazan davulları dolaştırılıyor. Oruç tutanların keyfi için bebeklerin, çocukların, öğrencilerin, işçilerin, hastaların ve oruç tutmayan öteki yurttaşların uykuları bölünüyor. Ayrıca dini bayram sabahlarında şehirlerde gerçek silahların atılmasına müsamaha gösteriliyor. Kulakları sağır eden silah sesleri adeta birbiriyle yarışıyor. Şamanizm’den kalma bu geleneğin sürdürülmesine yetkililer seyirci kalıyor. Böyle bir gidişe akıl erdirmek olası değil. Bunlar gibi Türkiye’de daha başka olumsuzluklar yüzünden de mağdur olduktan ve birçok nahoş durumu gördükten sonra Almanya’da yaşamanın daha rahat ve daha akıllıca olacağını düşünmeye başladım.

İlk yıllarda içinde yaşadığım ülkeyi; güzel Almanya’yı yalnızca yabancıları ezmek isteyen yerlilerin doldurduğu bir yermiş gibi eleştirerek ve gereksiz alınganlıklar göstererek yaşadığım duygusallığı artık şimdi bir tutuculuk; yeni çevreye uyum sağlamamak için yapılan bir direnme eylemi olarak değerlendiriyorum. Çağdaş bir insan yeryüzünün her köşesinde, tıpkı doğup büyüdüğü yerin rahatlığı içinde yaşayabilmeli; içinde bulunduğu topluma kısa sürede, kolayca uyum sağlayabilmelidir. Almanya da yeryüzünün bir köşesi olduğuna göre, ben burada başım dik bir biçimde, göğsümü gere gere yaşayabilirim ve zaten tam da öyle yaşıyorum. Dil ve uyum sorunu ortadan kalkınca bu toplumun içinde yaşamak kolaylaşıyor. Artık nemli ve yağmurlu havasına katlanmayı da göze alıyorum. Çünkü yıllardır özlemini çektiğim sıla, bana hak ettiğim hayatı sunmaktan çok uzak.

Kurallara uyduktan ve çevremdeki insanlarla iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdikten sonra yeryüzü benim yurdum. Almanya’da da hem Almanlardan, hem Türklerden hem de başka uluslardan çok değerli dostlarım oldu. Hele Alman meslektaşlarımın her zaman yardıma hazır ve hoşgörülü duruşlarını asla unutamam. Onların pek çoğu bana karşılık beklemeden yardım etti ve bana kardeş gibi davrandı. Onlarla el ele vererek birçok Türk çocuğunu okumaya yönlendirdik. Coni Mahr, Barbara Friedland, Heiner Grahs, Rainer Kiel, Rolf Jüngermann, Meinolf Rohleder, Jürgen Jakob, Jochen Kosseck ve Gudrun Friese diye başlayarak adlarını saymaya kalksam sayfalar tutar. Bana, bankadan çektiğim krediye kefil olacak kadar güvenen bu güzel insanları nasıl unuturum? Türkçe dersinin okuluma konması için en az benim kadar çaba gösteren bu insanların yüreklerinde büyüttükleri katıksız insan sevgisini görmediğimi söylersem gözlerim kör olur. Öğrencilerimizin birçoğu şimdi Almanya’da öğretmen, avukat, doktor, mühendis, mimar, anaokulu öğretmeni, sürücü kursu öğretmeni gibi nice güzel meslekler edinerek toplum içindeki itibarlı yerlerini aldılar. Herkes evine ekmek götürebiliyor, bu yüzden herkesin yüzü gülüyor. Ve ben artık Almanya’da yalnız olmadığımı görebiliyorum. Beklemediğim bir anda, tahmin etmediğim bir yerde bir tanıdık çehre, bir dost, bir arkadaş, bir meslektaş karşıma çıkabiliyor.

Yıllar sonra dönüp ardıma baktığımda gerçekten seviniyorum. Çünkü Almanya beni Johannes Meyer-Ingwersen, Meline Pohlman, Osman Okkan, Fakir Baykurt, Kemal Yalçın, Fethi Savaşçı, Mete Atay, Binali Bozkurt, Behcet Sovuksu, Yaşar Miraç, Serol Teber, Aydın Karahasan, Hamdi Tanses, Tuncel Kurtiz, Ali Rıza Seçme, Meryem Bulut, Kâmil Bulut, Ömer Polat ve Doğan Görsev gibi birbirinden değerli bilim ve sanat insanlarıyla tanıştırmış. Yayınevi sahipleri Hüseyin Çölgeçen ve Ahmet Çelik’le de aile dostu olmuşuz.

Bir anımı anlatarak sözlerimi bitireyim: Bir gün Amerikalı olduğunu ve benimle görüşmesi gerektiğini söyleyen bir hanımdan telefon geldi. Sözleşerek şehir merkezindeki bir kahvede buluştuk. Kahveleri içerken bana Almanca öğretmeni olduğunu, kendisinin ve öğrencilerinin oradaki ders kitaplarında yayımlanan şiirlerim nedeniyle beni tanıdıklarını ve yalnızca benimle yüz yüze görüşebilmek için sınıfıyla birlikte benim şehrimdeki bir liseyi seçmeye karar verdiklerini anlattı ve mümkünse kendileriyle iki saat ders yapmamı rica etti. Kararlaştırdığımız gün Amerikalı lise öğrencilerinin bulunduğu okula gittim. Selamlaştık, onlara refakat eden bir de profesör vardı sınıfta. Öğrenciler sırayla adlarını söylediler bana. Pırıl pırıl gözlerinden sevgi akıyordu, yalnızca sevgi. İçlerinde Zenci de vardı, Çinli de. Beni hiç tanımadığım, başka dili konuşan bu insanlarla buluşturan biricik bağ, evet sevgiydi. Öğretmenleri bana bir sürprizleri olduğunu söyledi ve öğrencilerine döndü. Hep bir ağızdan benim Almanca bir şiirimi okumaya başladılar. Ben bir şiirin bu kadar duru, bu kadar anlaşılır, adeta bir dua gibi, bu kadar içten okunuşuna ilk kez tanık oldum. Büyülendim; önce rüya gördüğümü sandım, fakat rüya değildi. Bu buluşma görüşlerimi çok değiştirdi. “Demek ki ben, başta Almanlar ve Amerikalılar olmak üzere bana değer veren, bana saygı gösteren her toplumun içinde gönül rahatlığıyla yaşayabilirim,” diye düşünmeye başladım. Bugün de öyle düşünüyorum: Saygısını, sevgisini, ekmeğini, suyunu ve havasını benimle paylaşmaya hazır olan, barış içindeki her ülke, benim ülkem ve o ülkede yaşayan her halk, benim halkım.

Teşekkür ederim Sevgili Sabri Çakır. Umarım sizi yormadım.

Yorulmadım Sevgili Kemal Yalçın, bilakis canlandım. Görüşlerimi açıklama fırsatı verdiğiniz için ben de size teşekkür ederim.

 

25 Mayıs 2021, Denizli – Bochum, Sabri Çakır – Kemal Yalçın