EdebiyatYazılar

Diplomat-Yazar Fırat Sunel ile “Salkım Söğütlerin Gölgesinde” romanı üzerine söyleşi

 

NRW-Öğretmenler Derneği Başkanı Şükrü Akarsu Gelsenkirchen’de 30.9.2012, Pazar günü yapılan hafta sonu seminerine Düsseldorf Başkonsolosu Yazar Fırat Sunel’i, Salkım Söğütlerin Gölgesinde  adlı romanını tanıtması için davet etmişti. Davetimizi kabul edip geldi. Tanıtım toplantısında soruları ben sordum, Fırat Sunel cevapladı.  Bu söyleşi güncelliğini koruyor. Daha önce kısa biçimi Agos Gazetesi’nde yayınlanmıştı. Bu ilginç söyleşinin tamamını yayınlıyorum. 16.11.2020, Kemal Yalçın

NRW Öğretmenler Derneği’nin 30.9.2012’de düzenlediği hafta sonu seminerine katılanlar Yazar Fırat Sunel ile bir arada. (Foto: Kemal Yalçın)

Fırat Bey, sizi kendi anlatımınızla tanımak istiyoruz. Fırat Sunel kimdir?

Ben 1966 yılında Ödemiş’te doğdum. 1971 yılında ailemle birlikte Almanya’ya geldim. Yani ben de bir gurbetçi çocuğuyum. Fakat ben okul öncesi yıllarımı Almanya’da yaşadıktan sonra tekrar ailemle birlikte Türkiye’ye geri döndüm. Ondan sonraki yaşamım, hani Almanca’da “Kofferkind” diye bir deyim var ya, aynen ben de öyle bir çocuktum. Hayatım Türkiye ile Almanya arasında gel gitlerle geçti.

Hatta 1976 yılında ailecek Türkiye’ye temelli dönüş de yaptık. Fakat annem Türkiye’de ağır bir hastalığa yakalanınca, sağlık koşulları daha iyi olduğu için tekrar Almanya’ya geri dönüldü. Almanya’ya geri dönüş annemin kaderinin akışını ne yazık ki değiştiremedi, ama bizim Almanya’da kök salmamıza sebep oldu.

Ben üniversiteyi Türkiye’de okudum. Üniversite eğitiminden sonra Almanya’ya geldim. Altı yılım burada geçti. Bochum-Ruhr Üniversitesi’nde okudum, master yaptım.

Ta lise çağlarından itibaren hedefim diplomat olmaktı. Nedenini pek bilemiyorum. Belki, konsolosluğa pasaport işlemleri için gittiğimizde, yukarı katlarda, görünmeyen bir adam oturduğunu hayal etmem, bir gün benim de orada oturabileceğimi düşünmem, diplomatlığa özenmeme neden olmuş olabilir. Gözümdeki en büyük hedefim o görünmeyen adamın yerine oturmaktı!

Diplomat olmaya karar verdim. Dışişleri Bakanlığı sınavlarına girdim, kazandım. Hayalimdeki mesleğe başladım. 20 yıldır da Dışişleri Bakanlığı’nda görevliyim, diplomasinin içindeyim.

Bu süre içinde çeşitli görevler aldım. Ankara’daki görevlerimin dışında, Bangkok’ta, Tayland’ta çalıştım. Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te çalıştım. Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı kitabımı da Tiflis’te görevli olarak çalışırken kaleme almıştım. Düsseldorf Başkonsolosu olmadan önce Almanya’da Essen Başkonsolosluğu’nda Muavin Konsolos olarak ve Başkent Berlin’e taşınmadan önce Bonn Büyükelçiliği‘nde çalıştım.

Bonn’daki Büyükelçiliği kapatan ve Türk Bayrağını gönderden indirip Berlin’de açılan yeni Büyükelçiliğimize gönderen ekibin içinde ben de vardım. O gün, tarihi bir gündü.

Türkiye’deki en son görevim Dışişleri Bakanlığı Kafkasya Dairesi Başkanlığı idi. Kafkasya bölgesinin konularına, Gürcistan’a diplomat olarak tayin olduktan sonra hem mesleki, hem de kişisel merakımla özel ilgi gösterdim.

Gürcistan’a gitmeden önce ben de, o bölge ve oraların insanları hakkında bir Türk diplomatının bilmesi gerektiği kadarıyla bilgi sahibi idim. Kafkasya’yı anlatan bir roman yazdığım için, okuyucular bana kökenlerimin oradan gelip gelmediğini sık sık soruyorlar. Ben Kafkasya kökenli değilim. Kafkas halklarını, o bölgenin insanlarını daha önceden tanımış da değildim. Benim ailem 1924 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan mübadele anlaşması sonrasında Kavala’dan gelmiş olan bir Türk aileydi.

Fırat Sunel, Kemal Yalçın’ın sorularını cevaplarken. Soldan sağa: Fırat Sunel, Kemal Yalçın, Şükrü Akarsu. Gelsenkirchen, 30.9.2012

Yazarlığa nasıl başladınız?

Bunu yazar olanlar daha iyi bilirler. Yazmak insanın özünde vardır. Ben okuma yazmayı öğrendikten sonra, devamlı günlük tutardım, hâlâ bu alışkanlığımı sürdürüyorum, günü gününe yaşadıklarımı yazıyorum. Günlük tutmak benim yazarlığa yönelmemde etkili  oldu. Bu nedenle ben çocukların günlük tutmalarını tavsiye ediyorum.

İlk roman denememi, ilkokul 4. sınıfta okurken yapmıştım. O zamanlar Robinson Crusoe’yu okumuştum. Çok etkisinde kalmıştım. Sonra oturdum, başka özgün bir roman yazdığımı sanarak Robinson Crusoe’nun bir benzerini, kendimden de bir şeyler katarak başka bir isimle bir de kendim yazdım. Yaptığım kopya da olsa, yazarken büyük ölçüde kendi hayal dünyamdan esinlendiğimi uzun yıllar sonra anlıyorum. Önemli olan böyle bir çalışmaya o yaşta başlamak, daha da önemlisi bunu bitirmekti. Bıkmadan usanmadan kalın bir deftere “romanımı” yazdım ve bitirdim. Sonra romanımı öğretmenime verdim, çok hoşuna gitmişti.  Bu nedenle romanımın tamamını öğretmenim bölümler halinde sınıfta okutmuştu.

Daha sonra küçük hikâyeler yazdım. Öğrencilik yıllarımda okul masraflarımı karşılamak için pek çok işte çalışmıştım, bunlar arasında serbest gazete muhabirliği de vardı. Gazetecilik ve muhabirlik bana yazma heyecanını verdi. Çeşitli hikâye denemelerim oldu. Roman yazmak ise en büyük hayalimdi, ancak bu işi emekli olduktan sonraki döneme bırakmıştım.

Emekli olduktan sonra bir deniz kenarında aldığım bahçeli, sessiz evimde ölünceye kadar roman yazmayı hayal ediyordum. Fakat bu iş hayal ettiğim gibi olmadı. Gürcistan benim için zorlu ve bir o kadar da ilginç bir deneyimdi. Tiflis’te diplomat olarak bulunduğum dönemde iki tane devrim, iç karışıklıklar, savaşlar yaşamıştım. Kendimi tam bir kargaşanın ortasında bulmuştum. Çok ilginç bir dönemdi. O dönemde, Tiflis’te günlük mesai işlerimi yerine getirirken, bir zamanlar Gürcistan’dan, Ahıska’dan sürgün edilmiş insanlarla tanıştım.

14 Kasım 1944, Mecburi Sürgüne gönderilen Ahıskalı Türkler

1944 yılında, zorunlu sürgüne gönderilmiş Ahıskalılar, yaşlısı, genci ile birlikte yıllar sonra  2004 yılında, büyük bir kongre yapmak için  Gürcistan’a geldiler. Ben de görevim gereği bu kongreyi takip ettim ve tüm Orta Asya’ya dağılmış vaziyette yaşayan Ahıska Türklerinin temsilcileriyle bir araya geldim. Bu sürecin bire bir içindeydim. Bir müsteşar olarak bu insanlarla yakından ilgilendim ve duyduklarımdan, gördüklerimden çok etkilendim. O zamana kadar kitaplardan, resmi raporlardan okuduğum öyküler, birden bire canlı insanlara dönüştüler.

Çeşitli sürgün yerlerinden gelen bu insanlarla birlikte, 60 yıl sonra ilk kez, iki otobüsle Ahıska Bölgesi’ne gittik. Bu insanların köylerini, viraneye dönüşmüş evlerini barklarını gördüklerinde nasıl ağladıklarını, eski günlerini hüzünle andıklarını gördüm. Atalarının topraklarını ilk kez gören gençler vardı. Ellerindeki torbalara toprak dolduruyorlardı.

Bu  gençlere ne yaptıklarını sordum:

“Babamın vasiyeti var. Bir torba toprağından götürüp mezarına serpeceğim,” diyorlardı. Bu insanların hallerini gördükten sonra Ahıska Türklerinin zorunlu sürgün edilmeleri olayına ilgi duymaya başladım ve bir gün bunları yazmaya karar verdim. Aldım kalemi elime, emekliliğimi falan beklemeden yazmaya başladım. Önce “Ahıskalı” adlı kısa bir öyküyü kaleme aldım. Bu kısa öyküyle çevremin nabzını yokladım. Çok güzel yankılar aldım. Bunun üzerine, “Salım Söğütlerin Gölgesinde” adlı romanımı yazmaya başladım. Dört buçuk yıllık bir yazma serüveninin sonunda “Salım Söğütlerin Gölgesinde” dünyaya geldi.

Anladığım kadarıyla, romanınızın bazı bölümlerinde yazar olarak siz kendi bilinçaltınızın derinliklerine gidiyor, kendinizi anlatıyorsunuz.

Konu ne olursa olsun, her yazar eserine kendinden bir şeyler katar.

Sizin dedeleriniz, atalarınız böyle bir sürgün olayını yaşamışlar mı?

Tabii … Tabii… Benim dedelerim de acı bir göç yaşamışlar. 1924 yılında yapılan mübadele sırasında Yunanistan’ın Kavala Bölgesinden Türkiye’ye gelmişler. “Ahıska Türkü” denince kitaba fazla ilgi olmuyor. Ahıska Türklerini, Türkiye’de tanıyan çok az. O dönemlerde, sadece Ahıska Türklerinin sürgünü değil, Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Suriye’deki, Kafkaslar’daki milyonlarca insanın yer değiştirmesi, zorunlu sürgünleri söz konusu.

Dedemlerden başlarına gelenleri, yaşadıkları acıklı olayları defalarca, ayrıntılarına kadar dinlemiştim. Dedemler Türkiye’de “muhacir” diye adlandırılan insanlardandı. Benim hem baba tarafım, hem de anne tarafım muhacir idi, farklı farklı yerlerden göç ettirilmişler.

Sürgün ya da tehcir deyince şartlandırıldığımız için pek çok insanın aklına yalnızca Ermeni tehciri gelir. Halbuki o dönemlerde, Anadolu’da, Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insan benzer acıları yaşamışlardı. Bugün Türkiye’de yaşayan insanlara nereden geldiklerini sorduğumuzda karşımıza hemen bir göç olayının içinde buluruz kendimizi. Anadolu’nun gerçeğidir bu. Her göç, ayrı bir acı hikâyedir.

Sayın Sunel, niçin kitabınızda bir sürgün olayını anlattığınızı, bunun arka planını anlamış olduk. Peki, Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı kitabınıza, niçin Vitali Aramyan adlı bir Ermeni köy öğretmeni ile başladınız?

Vitali Aramyan, bu romana damgasını vuran kişilerden biri. Kızıl Ordu saflarında savaşmış, Lenin Madalyası taşıyan, idealist bir öğretmen. Lenin Madalyası, Sovyetler Birliği’nin en büyük, en önemli bir madalyası idi. Lenin Madalyası’na ancak çok önemli kişiler sahip olabilirdi. Vitali Aramyan, partinin önemli mevkilerine gelebilecekken, kendi isteğiyle, kendi memleketinde bilgiye susamış köy çocuklarına bilgi verebilmek için bir köy ilkokuluna tayin edilmiş.

Ben romanımda olaylara Vitali Aramyan’ın gözünden bakıyorum. Ben çok sürgün romanları, öyküleri okudum. Genelde sürgün olayı, sürgün edilenlerin gözünden anlatılır. Sürgünlerin yaşadıkları zorluklar anlatılır.  Ben Ahıska Türklerinin sürgün olayını hem bu sürgünde yer almış olan Ahıskalıların hem de Türk olmadığı için sürgün edilmemiş, geride kalmış insanların gözünden ele alıp anlatıyorum. Vitali de komşuları sürgün edilirken, Türk olmadığı için köyünde, geride kalanlardan birisi.

Romanımım bir bölümünde sürgünden geriye kalan,  Yahudi bakkal Moşe ile Ermeni terzinin konuşmaları var. Orada, sürgünün, sadece gidenleri değil, geride kalanları da ne kadar etkilediğine şahit oluyoruz. Yılların birikimiyle meydan gelmiş insan ilişkileri, komşuluk ilişkileri, dostluklar sürgünle bir anda yok oluyor. Bu nedenle tehcir, sürgün geride kalan, görünüşte düzenleri bozulmayan insanların da acısıdır. Ben yaşanmış  büyük felaketin acısını, 60 yıl sonra, Ahıska Bölgesi’ni gezip dolaşırken çok yakında gözlerimle gördüm. Oradaki yaşlı Ermenilerle, yaşlı Gürcülerle de konuştum. Sürgüne gönderilmedikleri halde, yaşlı Ermenilerin, Gürcülerin acılarını gördüm, yaşadım. Sürgünün acısını benliklerinin derinlerinde nasıl hissettiklerine tanık oldum. Bu bakımdan romanımda Ermeni Vitali Aramyan’a geniş yer verdim. Tabii ki şimdiki nesil bunların hiçbirini bilmiyor.

Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı bu romanınınızda Hıristiyanlar, Müslümanlar, Ermeniler, Gürcüler, Lazlar, Azeriler, Yahudiler, Türkler, Kürtler Rumlar, hatta İzmir Urlalı Yorgo’nun aşkı bile var. Ama bu romanda insanı insana, milletleri milletlere kışkırtma, nefret ettirme, kin tohumları ekme işi yok! Irkçılık yok!

Bu romanda kin değil dostluk, nefret değil kardeşlik, kalleşlik değil tertemiz bir vefa var. Tehcir’de kardeşini kaybetmiş, bir diğer kardeşi Arjantin’e gitmiş, sürgünün, tehcirin ne olduğunu bilen Ermeni Vitali Aramyan’ı, kitabınızın kahramanlarından biri yapmanız; Aramyan’nın tehcire giden komşusu Ahmet Ağa ailesine son anda, ölümü bile göze alarak  bir yün döşek vermesi bilinçli bir kurgu mudur?

Her romanda bir kurgu vardır. Ama her kurgu hayatın belli bir gerçekliğine dayanır. Tarihi roman olunca gerçeklik daha da öne çıkar. Ben de bu romanımda gerçeklere dayanan bir kurgu yaptım. Hazırlık döneminde terkedilmiş köylerin hemen hemen hepsini gezip gördüm, viraneye dönmüş evleri, bin bir türlü insan hallerini gördüm. Bazı köylere jip çıkamıyordu, at sırtında veya yaya gidip gördüm. Köyleri dolaşırken, bazı yaşlı Gürcüler gelip, merakla kim olduğumu, ne yaptığımı sorarlardı. Türk olduğumu, bölgeyi görmek istediğimi söylediğimde hemen bir anısını bana anlatmaya başlarlardı.

Ahıska Pazar yerinde dolaşırken rastladığım bir yaşlı Ermeni kadına “Ben Türküm, buraları, sizleri görmeye geldim,” diye kendimi tanıttığım zaman, hüngür hüngür ağlamasına, yaşadığı acıları ağlayarak bana anlatmasına şahit oldum.

Gençler bilmeseler bile, yaşlılar yaşadıkları acıları pırıl pırıl hafızalarıyla anlatıyorlardı. Artık yüksek siyaset uğruna, etle tırnak gibi bir arada yaşayan halkların, insanların nasıl birbirinden ayrıldığını, tarifsiz acılar çektiklerini görüp yaşıyorsunuz.

Sayın Sunel, diplomat olarak yoğun bir şekilde çalışıyorsunuz. Roman yazmaya nasıl zaman ayırabiliyorsunuz? Nasıl hazırlanıp, nasıl yazıyorsunuz?

Bu romanı yazmaya başlamadan, kalemi elime almadan önce bir yıl boyunca konuyu araştırdım. Ben görevli olarak bulunduğum altı yıl içinde o bölgenin sorunlarıyla, hayatıyla yoğrulmuştum. Sabah erkenden kalkar, çevrede dolaşırdım. Romanın geçtiği mekanları ayrıntılarıyla, hangi evi, hangi mimarın yaptığına kadar araştırdım, öğrendim. Bir yılımı sadece romanın hazırlığına harcadım. Yazma süreci dört buçuk yıl sürdü. Ama yazarken bir yandan da araştırmalara devam ediyordum.

Zor bir konu. Olayları, insan davranışlarını anlatırken gerçekçi olmak zorundasınız. Örneğin, bir köy öğretmeni İkinci Dünya Savaşı’nın yoklukları içinde sigara bulup içebilir miydi? Bunu iyice araştırıp yazmalısınız. Yoksa biri çıkar, sizin yalan yazdığınızı söyleyebilir. Hayatın gerçeklerini bilmeden, gerçekçi diyaloglar yaratamazsınız.

Benim şansım, o dönemlere ilişkin elimin altındaki arşivlerde yüzlerce fotoğraf, ses kaydı, filmler vardı. Ben bunları tek tek inceledim, dinledim, izledim ve araştırdım. Bu arşiv malzemeleri benim romanı yazmamda çok yardımcı oldular.

Diplomat olarak çalışma süremiz sekiz saatle sınırlı değildir. Normal mesaiden sonra da çalışmak zorunda kalabiliriz. Bu kadar yoğun bir mesaide roman yazmaya nasıl vakit bulabiliyorum? Roman yazmak için mesaimden veya ailemden zaman çalamam. Ben romana ayırdığım zamanı, kendi uykumdan çalarım. Her gün erkenden kalkar, saat 5.30’dan 8.00’e kadar romanımı yazarım. Ben böylesine disiplinli bir çalışma yöntemiyle bu romanımı yazabildim.

Yazdığım zaman, kendimi dinlendirmiş, yenilemiş oluyorum. Romanın dünyası beni başka dünyalara götürüyor ve dinlendiriyor. Bu nedenle yazdığım müddetçe, diplomaside daha başarılı oluyorum.

 Kitabınıza neden hiç resim, harita koymadınız?

Bu bir romandır. Romanda olaylar ve karakterler fotoğraflarla değil, sözcüklerle anlatılmalıdır. Bu nedenle harita, fotoğraf, belge koymadım.

Neden Ahıska Türkleri sürgüne gönderilmişti?

Stalin döneminde, Sovyetler Birliği’ni meydana getiren halklar bir santrancın piyonları gibi görülmüş, istendiği anda, istenilen yere sürgün edilmişlerdir. Bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin çeşitli yerlerindeki Türkler güvenilmez olarak değerlendirilerek, başka yerlere sürülmüşlerdi.

Ahıska Türkleri 1944 yılının Kasım ayında sürgün edilmişlerdi. Yani savaşın bitmesinden 6-7 ay kadar önce. Sürgün, Almanya’nın artık kaybedeceğinin anlaşıldığı, Sovyet Ordularının Berlin kapılarına dayandığı bir dönemde gerçekleştirildi. Savaşın sonu geldiği bir dönemde, Sovyetleri arkadan vuracakları teziyle Ahıska Türklerinin sürülmesi inandırıcı değildir. Arkadan vurma şüphesi, uydurma bir gerekçe idi. Esas amaç, Stalin’in o dönemde Türkiye’den toprak isteme siyasetinin bir parçasıydı.

Sayın Sunel, bir başkonsolosun roman yazdığına ilk kez şahit oluyoruz. Bakanlık sizin yazarlığınızı nasıl karşıladı?

Benim yazarlığıma ve romanıma en fazla önyargı ile yaklaşanlar meslektaşlarım oldu. Çünkü biz diplomat olarak çok rapor yazarız. Rapor yazmanın da kendine göre bir üslubu vardır. Çoğu roman yazarken benim de bunun etkisinde kalacağımı düşünmüşler, okuyup öyle olmadığını görünce de bana telefon açarak :”Bu gerçekten de roman gibi bir roman olmuş, eline sağlık” dediler. En büyük destek ve teşviği de yine Bakanlığımdan ve değerli meslektaşlarımdan gördüm.

Sayın Sunel, yeni romanınızın konusu nedir?

Yeni romanım konu ve kurgu itibarıyla ilkinden çok farklı. Almanya’dan İstanbul’a, oradan da İzmir’e kadar giden gizemli bir aşkın izini sürüyoruz. Salkım Söğütlerin Gölgesinde’den farklı olarak romandaki olaylar günümüzde geçiyor.

Sayın Sunel, barışı, kardeşliği, vefayı, barış kültürünü öne çıkaran böyle bir roman yazdığınız için size çok teşekkür ederim.  Kaleminiz çiçeklensin! Kaleminizin mürekkebi deniz olsun!

Ben de size çok teşekkür ederim.

Gelsenkirchen, 30 Eylül 2012                            Kemal Yalçın