Genel YazılarSon Haberler

Hapishanede Okuma Günleri

Hapishanede okuma günü

Almanya’nın Bochum şehrinde, Almanca kısaltılmış adı “IFAK”, Türkçesi ise “Çok Kültürlü Çocuk ve Gençlik Destekleme Kurumu” olan, otuz yıldan beri örnek çalışmalar yapan bir dernek var. Genel Müdürlüğünü Ercüment Toker’in yaptığı bu dernek, sadece Türkiye’den gelmiş göçmenlere değil, çeşitli uluslardan göçmenlere ve Almanlara hizmet veriyor. Göçmen çocuklarının eğitimine yardımcı oluyor, ilkokullarda annelere Almanca kursları veriyor.

Çevre sağlığı, enerji tasarrufu konularında göçmenleri bilgilendiriyor. Emeklilerin huzur içinde yaşamalarına yardımcı oluyor. İlticacıların elinden tutuyor.

Bir kez Dalhausen semtindeki şubelerinde “Emanet Çeyiz” adlı romanımın tanıtımını yapmıştım. Okuma akşamını, IFAK çalışanlarından Mustafa Çalıkoğlu düzenlemişti. Okuma akşamının sonunda yanıma geldi.

“Böyle bir okuma akşamını Bochum Hapishanesi’nde de yapabilir misiniz?” dedi.

“Bu güne kadar her yerde okuma yaptım. Ama hapishanede hiç yapmadım. Nasıl olacak bu?”

“Bochum Hapishanesi’nde ağır suçlu sekiz yüz kadar mahkum bulunuyor. Bunların yaklaşık yüzde onu Türk. IFAK adına bu mahkumlarla ilişkileri ben yürütüyorum. Hapishane yöneticileri Türk hahkumlarla yapılacak kültürel faaliyetleri destekliyor. Hapishanede sosyal pedagog olarak çalışan Türkan Doğan da kültürel çalışmaları çok yararlı buluyor.”

“Benim için hiçbir sakıncası yok. Uygun bir zamanda hapishanede “Emanet Çeyiz” ile ilgili bir okuma ve söyleşi yapabilirim.”

Mustafa Çalıkoğlu ile anlaştık. Okuma gününün tarihini, saatini belirledik.

Hapishanede okuma ve söyleşi…

Mayıs ayının ilk Salı günü saat 17.30 sularında Bochum Hapishanesi’nin giriş kapısında bizi Türkan Doğan karşıladı. Kimliklerimizi, yanımızdaki paraları, cep telefonlarımızı görevliye teslim ettik. Mustafa Çalıkoğlu bir tepsi baklava getirmişti. Sekiz demir kapıdan geçerek, okuma ve söyleşinin yapılacağı hapishane kilisesine vardık.

Kırk kadar mahkum düzgün bir şekilde oturmuş bizi bekliyordu. Kilisenin asma katında iki güvenlik görevlisi, iki köşede dimdik ayaktaydı. Güvenlik kameraları çalışıyordu.

Mustafa Çalıkoğlu mahkumları selamladı. Getirdiği baklavaları, “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım!” diyerek tek tek, her mahkuma sundu. Sonra Sosyal Pedagog Türkan Doğan kısa bir açış konuşmasıyla sözü bana verdi.

Beni dinlemeye gelmiş olan insanlar benden dört metre uzağa, sıra sıra oturmuşlardı.

“İyi akşamlar arkadaşlar! Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.”

“İyi akşamlar! Hoş geldiniz!”

“Arkadaşlar niçin benden uzakta oturuyorsunuz? Buyurun, öne doğru yaklaşın!”

Önce bir sessizlik oldu. Birbirlerine baktılar. Yaklaşıp yaklaşmamakta kararsızdılar. Israr ettim. Konuşma masasının yakınına kadar geldiler.

“Emanet Çeyiz” romanımı kırk beş dakikada özetleyip anlattım. Sonra soru sordular. Cevapladım. Okuma akşamı bir buçuk saatte bitmek zorundaydı. Tam zamanında noktayı koydum. Vedalaşırken yanıma biri geldi:

“Öğretmenim! Hoş geldiniz! Ben…”

“Sen Mehmet…”

“Evet öğretmenim, sizinle on yıl önce Türkçe dersleri yapmıştık.”

“Hayr ola Memet! Ne yaptın?”

“Sorma öğretmenim! Kız kardeşimi öldürdüm! Ömür boyu burada kalacağım!”

“Vay benim Memedim vay! Bir isteğin var mı? Gelecek toplantıda getireyim.”

“Bulabilirseniz bana Ahmet Arif’in “Hasretinden Pırangalar Eskittim” adlı kitabını getirin…”

“Bulup getiririm Memet! Haydi! Kendine iyi bak. Hoşça kal benim kara yazılı öğrencim!”

Bochum Hapishanesi’ndeki ilk okuma saati böyle sona erdi. Mahkumlar koğuşlarına gitti. Biz de geldiğimiz gibi, sekiz kapıdan geçerek dışarı çıktık. Teslim ettiğimiz eşyaları geri aldık. Evlerimizin yoluna düşmeden önce Mustafa Çalıkoğlu ile Türkan Doğan’a sorudum:

“Arkadaşkar, bu insanlar neden benden dört metre uzağa oturmuşlardı?”

Mustafa Çalıkoğlu cevapladı:

“Hocam burada ağır suçlu mahkumlar kalıyor. En hafif cezası olan, üç yıl yatacak. Çıkar çıkmaz da Türkiye’ye gönderilecek. Kimi cinayetten, kimi soygundan, kimi uyuşturucu lanetinden mahkum olmuş. Böyle bir okuma akşamını ilk kez düzenledik. Güvenlik önlemi olarak sizden uzağa oturtulmuşlar.”

“Olur mu Mustafa? Suçu ne olursa olsun, karşımdaki önce insandır. Sonra mahkumdur. Gördüğün gibi olgun bir havada dinlediler. Hiçbir çiğ davranış görmedim. Gelecek okuma gününde daha rahat oluruz.”

Bir ay sonra…

İkinci okuma ve sohbet akşamını, bir ay sonra, hapishane kilisesinin yanıbaşındaki dinlenme salonunda yaptık. İnsan beyninin yapısı, işleyişi ve sağlığı konusunu işledik. Ama bu kez konuşmamı kısa tuttum. Ara verdik. Çaylarımızı içtik, baklavamızı yedik. Biraz daha ısındık birbirimize. Sorularını cevapladım.

Son yarım saatte Yunus Emre’den, Nazım Hikmet’ten, Karacaoğlan’dan hep birlikte şiirler okuduk. Sabahattin Ali’nin, Sinop Cezaevinde yatarken yazdığı, “Başın öne eğilmesin aldırma gönül aldırma!” şiirini ve türküsünü söyledik. “Aldırma gönül aldırma!” derken kiminin gözlerinden yaşlar akıyordu.

“Aldırma gönül”ü “Karadır kaşların ferman yazdırır” türküsü takip etti. Bir türkü daha, bir türkü daha… Bochum Hapishanesi, türkülerle çınladı.

Bir buçuk saatlik süre bitiverdi.

“Aman Abi, daha sık gel. Bugün kendime geldim. Uzun zamandan beri böyle neşelenmemiştim.”

Bir ay sonra buluşmak üzere ayrıldık.

Üçüncü okuma akşamı da neşe içinde, güle oynaya geçti. Sonra ara verdik.

Dördüncü okuma akşamını kasım ayı başında yaptık. Bochum’daki Heinrich-Böll-Gesamtschule’de geçen on yıllık Türkçe öğretmenliğim sırasında yaşadığım ilğinç olayları öyküleştirdiğim, “Sınıfta Çiçek Zor Açar” adlı kitabımdan bölümleri anlattım.

“Saç Çeken Kartal Kadriye” öyküsünü dinlerken kimi mahkumlar gülmekten kırıldı.

Çaycımız karısını öldürmüş. Dışarıya ne zaman çıkacağı belli değilmiş. “Çaylar neşeli!” diyerek usta bir kahveci gibi sunuyor çayları. Belki de dışarıda kahveciydi. Sormadım. İçerdeki insanlara geçmişi sorup hatırlatmak doğru değil.

“Abi, vallahi sen bana ilaç gibi geldin. Senin anlattıklarını koğuşumda kendi kendime anlatıyorum. Neşeleniyorum. Daha sık gel buraya.”

“Çayları daha güzel yaparsan gelirim!”

“İstediğin çay olsun abi!”

Gözlerinin içi gülüyor. Bu gülen gözler nasıl karısını öldürebilir? İnsanoğlu derin bir muamma.

Çayları içtikten sonra şiirlere ve türkülere başladık.

Mevlana’dan, Yunus Emre’den, Sabahattin Ali’den, Nazım Hikmet’ten şiirleri seslendirdik hep birlikte. Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirini istek üzerine bir daha okuduk. Ramazan ayıydı. Yunus Emre’den ilahiler söyledik. Kapanışı her zaman olduğu gibi “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma!” türküsü ile yaptık. Hapishane koridorları gene türkülerle inledi…

Ayrılırken öğrencim Mehmet, Nazım Hikmet’in “Hapiste Yatacak Olana Öğütler” şiirini istedi. Gözü kitap okuyamayacak kadar bozuk olan bir mahkum, kasete okunmuş romanlar istedi.

Bulup getirmeye söz verdim.

“Gelecek toplantımıza gelirken herkes hazırlıklı gelsin. Hünerini göstersin!” dedim.

“Getiririz, getiririz!” dediler.

2003 yılının son edebiyat akşamına yirmi iki mahkum gelmişti. İstek üzerine önce Nazım Hikmet’in “Hapiste Yatacak Olana Öğütler” şiirini seslendirdik. Şiiri, Nazım’ın hayatıyla birleştirerek açıkladım. Herkes sıradan hünerini gösterecekti. Yirmi iki mahkumdan altısı Bingöllü idi. Uyuşturucu illetine bulaşmışlar. Gerisini sormadım. Yan yana oturuyorlardı. Birisinin hiç okuma yazması yoktu. Diğeri konuşmaktan çekiniyordu. Gencecik insanlar… Kim yazmış bu alınyazılarını? Hangi kalemle? Ve neden böyle yazmış? Yüzlerine baktıkça, kafamın içinde sorular çakıyor birbiri ardına.

Fıkralar, masallar, türkülerle geçiverdi zaman.

Sabahattin Ali’nin şiirinde geçen “Bir küfür salla Allah’a” sözleri kiminin hoşuna gitmedi. “Aldırma gönül aldırma!” türküsünü söylerken tartışma konusu olan dizeyi “Bir sevgi yolla Allah’a” biçiminde değiştiriverdiler.

Yeni yıldaki edebiyat saatlerinde, isteyen kendi yazdığı şiirleri, öyküleri de okuyacak. “Hapishane’de bir dergi çıkaralım,” diyenler var.

Öğrencim Mehmet, “Romanımı bitirince size vereceğim! Bakalım beğenecek misiniz?” dedi vedalaşırken. “Çok bekletme beni, sonra Türkçe dersinden zayıf veririm!” dedim. Güldü. Çocuklaştı. Avcumun içindeki eli serçe yavrusu gibi tedirgin ve sıcacıktı.

Gülmek ve sevmek

Eve dönerken okullarda öğrencilerimizi iyi yetiştiremediğimizi düşündüm. Mehmet sınıfın arka sıralarında otururdu. 1990-1991 ders yılında, onuncu sınıf notlarına baktım: 4 – 3 – 3 – 3 – 3 Temel eğitimini “orta” derece ile bitirmiş. Not defterimde hiçbir kötü davranışı yazılı değil. Bir öğrenciye, kız kardeşini ya da başka bir insanı hiçbir gerekçe ile öldürmemesi gerektiğini öğretemedikten sonra Türkçe yazılısından “orta”, matematikten “iyi” notu vermenin anlamı ne?

Almanya’daki hapishanelerde yatan mahkumların onda biri Türkiye kökenli insanlar. Bu oran çok yüksek. Her yıl üniversiteye giren gençlerimizin sayısı, hapishaneye girenlerinki ile aynı. Nedir bu böyle? Herkes bu konularda biraz daha düşünebilir.

Edebiyat duvarların dışında da, içinde de umut veriyor insanlara. Türküler, şiirler, fıkralar insan sevgisi serpmeli yüreklere, beyinlere…

On beş yıla mahkum olmuş Osman’ın sözleri çınlıyor kulaklarımda:

“Valla hocam, buraya düşeli dört yıl oldu. Dört yıldan beri hiç böyle gülmemiştim. Gülmeyi unutmuştum. Bugün bana gülmeyi yeniden öğrettin!”

Gülmeyi, sevmeyi unutmuş insanlar var içeride, dışarıda, yakınımızda. Belki biz de unuttuk sevmeyi ve gülmeyi. Önce kendimiz gülelim, gülmesini bilelim; sonra sevmeyi ve gülmeyi öğretelim çocuğumuza, eşimize, dostumuza…

Yeni yılda sağlıklı, mutlu, neşeli, sevgi ve sevinç dolu günler dilerim.

Bochum, Kemal Yalçın